5 Kasım 2012 Pazartesi

ABD Seçimlerinin Türkiye Ekonomisine Etkileri


   Yarın ABD , 4 yıl süreyle başkanını belirlemek için sandık başına gidecek. Demokrat Parti’nin adayı Obama ve Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Romney son günde bile kıyasıya bir mücadele içinde. Yapılan son anketlerde oylar neredeyse başa baş görünse de Amerikan seçim sisteminin farklılığı yüzünden  Obama  biraz daha önde görünüyor. Çünkü Amerikan halkı aslında başkanları değil onları seçecek olan kurulları oyluyor. Bir eyalette en yüksek oyu alan aday o seçici kurulun bütün delegelerinin oyunu kazanmış oluyor. Bu açıdan bakıldığında seçilmek için gerekli olan 270 oyu almaya daha yakın taraf Obama olarak gözüküyor. ABD seçimlerinin hem dünyaya hem de Türkiye’ye etkileri yadsınamaz büyüklükte. Bugün bu etkilerin ekonomik boyutunu gözden geçirmeye çalışacağız.

    Seçim kampanyaları boyunca adaylar ağırlıklı olarak vergi politikaları ve bütçe harcamaları gibi konular üzerinde yoğunlaştılar. Cumhuriyetçi Romney zengin kesimin üzerindeki vergi yükünü azaltmak, savunma sanayiine daha fazla harcama yapmak ve mali uçurumdan kaçınabilmek için Bush döneminde yapılan vergi kesintilerinin devam etmesi yönünde fikir belirtmiş olsa da Demokrat Obama bu konularda tam tersi yönde düşünüyor. Obama tekrardan başkan seçilmesi halinde zenginler üzerindeki vergi muafiyetlerinin kaldırılması, savunma harcamalarının özellikle Afganistan’daki ABD askerlerinin geri çekilerek kısılmasına ve vergi indirimlerinin devam etmeyeceğini söylüyor. Burada dünya ve Türkiye ekonomisini en çok ilgilendiren konu “mali uçurum” gibi gözüküyor. Uzmanlar vergi indirimlerinin süresinin uzatılmaması halinde şirketlerin karlılığının düşeceğini ve ABD ekonomisinin resesyona gireceğini öne sürüyor. Resesyona girmiş bir ABD ekonomisinin dünyaya etkileri oldukça olumsuz olabilir. Fakat bu vergi indirimlerinin Amerikan maliyesine getirdiği yükün olumsuz sonuçları Amerika’nın gitgide artan borçları oldu. ABD yakın zamanda tekrardan borç tavanının yükseltilmesi konusunu görüşmek zorunda kalabilir. Seçim sonuçlarına bağlı olarak başkanın Demokrat fakat meclis kanadının ağırlığının Cumhuriyetçi olması tıkanmaları beraberinde getireceğinden; ABD ekonomisi borçlarını ödeyememe riskiyle karşı karşıya, tüm dünya gibi biz de bu sonuçları yakından takip edeceğiz.

   FED’in parasal genişlemeye gitmesi piyasada bir likidite bolluğu yarattı. Bu para yatırım yapılabilecek piyasalar aramakta, Fitch’in de Türkiye’nin notunu yatırım yapılabilir seviyeye yükseltmesi Türkiye’ye girecek döviz bolluğunu arttıracaktır. Döviz bolluğunun kurlar üzerindeki etkisi olumlu olarak izlenebilir. Ayrıca borsa, bono ve tahvil piyasasında da olumlu bir süreç gözlenebilir. Obama’nın tekrardan seçilmesi şimdilik Türkiye ekonomisi için daha faydalı gibi görünüyor. Deyim yerindeyse “şahin” olarak adlandırılan Romney’in daha saldırgan bir Ortadoğu politikasıyla bölgedeki siyasi belirsizliği arttırabileceği, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bölge ülkelerini savaşa sürükleyebileceği  öngörülmekte. Bu durumun hem maliyeye hem dış ticarete hem de dünya ekonomisine sonuçarı oldukça olumsuz olacaktır. Avrupa’daki kriz sebebiyle Türkiye’nin AB’ye ihracatının payı %46’dan %33’e gerilemişken bir de Ortadoğu’da yaşanacak problem ekonomimizi sarsacaktır.

24 Ekim 2012 Çarşamba

Not Artırımı


  Geçtiğimiz hafta Fitch Ratings’in kıdemli direktörü Paul Rawkin’in Türkiye’nin notunun arttırılabileceğine dair açıklamaları piyasaları belli bir beklenti içine sokmuştu. Bu beklentinin sonucunda İMKB günlük seyrini 71000’in üzerinde gerçekleştirmekte. Tarihi zirve olan 71.776’nın çok yakınındayız. Piyasalar olası bir not artışını da fiyatlandırmış gibi gözüküyor. Aksi yönde bir gelişmenin ilerleyen günlerde borsayı olumsuz etkileyeceğini tahmin etmek zor değil fakat Fitch’in not arttırımına gitmese bile Türkiye’nin notunun en azından görünümünün değiştirilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Burada önemli olan noktanın fiyatlandırmanın not artışına mı yoksa görünüm düzenlemesine mi yöneldiği. Fitch direktörü Rawkin bakılacak noktanın “Türkiye’nin yumuşak inişi başarıp başaramadığı” açıklamasına göre gelen sinyaller olumlu. Cari açık gerilemekte, büyüme potansiyeline doğru yaklaşmakta; sorunlu görünen tek nokta ise enflasyon. Bütçe açıklarının kapatılması için tüketiciye yüklenen ek vergiler enflasyonun beklentileri aşmasına sebep olacak gibi. Tüm bu gelişmeler ışığında cari açığın da gerilemesine rağmen halen oldukça yüksek olmasıyla birlikte not arttırımı pek olası gözükmüyor. Fitch’in 8 Kasım’da İstanbul’da toplanacak olması ise başka olumlu bir mesaj. Kişisel kanaatim not görünümünün düzeltilmesi yönünde.

   Peki not arttırımının manası nedir? Notu yatırım yapılabilir seviyeye gelen bir ülkede olması beklenen olaylar nelerdir? Milliyet Gazetesi geçtiğimiz günlerde bu konuda bir araştırma yayınlamış. Bu araştırmayı yayınlarken de baz ülke olarak uluslararası piyasalarda risk düzeyi Türkiye ile benzer gözüken Brezilya’yı seçmiş. Bu araştırmaya göre 2008 yılında notu S&P ve Fitch tarafından yatırım yapılabilir seviyeye yükseltilen Brezilya’nın yabancı yatırımları oldukça belirgin bir artış göstermiş. 2008 yılında portföy yatırımlarının dengesi “0” olan Brezilya’da bu miktar 2009 yılında 45 milyar dolara, 2010 yılında 65 milyar dolara yükselmiş. Aynı şekilde yabancı direkt yatırımlar ve diğer yatırımlar kalemlerinde de ciddi bir artış gözlenmekte. Tabii bu olumlu gelişmelerin yanında yan etki olarak gözlemleyebileceğimiz olumsuz gelişmeler de var. Piyasaya yabancı sermayenin giriş yapmasıyla beraber yerli para biriminin değerlenmesi ve ihracatta azalma beklenebilir. Avrupa'nın kriz içerisinde olması ve yakın zamanda da bu krizden çıkacağına pek ihtimal verilmediği düşünüldüğünde (AB liderleri geçtiğimiz günlerde 22. kez toplantı fakat yine somut bir adım atılamadı) ihracat rakamları kötü noktalara gidebilir bu da hali hazırda cari açık problemi bulunan Türkiye ekonomisini daha da zor bir duruma sokabilir. Hatta şöyle bir çıkarım da bulunabiliriz; olası bir not arttırımından sonra cari açık sorununa kalıcı bir çözüm getirememiş ve cari açık miktarı artan bir Türkiye’nin notunun düşürülmesi gündeme gelebilir. Piyasalarda oluşacak panik havası ve belirsizliğin etkisi olumlu havanın yarattığı etkiden daha güçlü olacaktır.

   Tüm bu gelişmelerin yanı sıra Merkez Bankası Para Politikası kurulu faiz kararını da açıkladı bu hafta. Karar, uygulanan faiz koridorunun üst sınırının yarım puan indirilmesi yönündeyken, gösterge faiz %5.75’de bırakıldı. “Gaz-fren polemiğinin” halen sürdüğü bu günlerde hükümet kanadı özellikle Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, MB’nın bu kararına tepki gösterdi. Merkez Bankası’nın frene basmayı daha ne kadar sürdürebileceği merak konusu. Bu konu özellikle Merkez Bankası’nın kredibilitesini ölçmek açısından da bizlere fikir vermekte.

28 Şubat 2012 Salı

28 Şubat Üzerine..

   1923'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti yakın tarihi boyunca birçok önemli viraj atlattı fakat kişisel kanaatime göre bunlardan en önemlileri; 1950'de çok partili siyasal yaşama geçilmesi, 1980'lerdeki finansal liberalizasyon süreci ve 28 Şubat oldu. 28 Şubat süreci bugünkü AKP hükümetinin ortaya çıkmasında ve toplumun tam anlamıyla evrilmesindeki en önemli olaydı. Bu nedenle bugünü daha iyi anlayabilmek için bu süreçte neler olup bitmiş çok iyi irdelemek gerekli.

   1991 genel seçimlerinde seçimi kazanamamasına rağmen Alpaslan Türkeş ile ittifak yapan Refah Partisi %17'lik oy oranıyla birlikte meclise 62 milletvekili soktu. Bu oran benzerlerine göre daha marjinal sayılabilecek bir İslami partinin tarihte aldığı en yüksek oy oranıydı. Seçim sonrası süreçte kendilerine hedef olarak "adil düzen"i gösteren Erbakan ve yol arkadaşları giderek güçlendi ve 1994 yerel seçimlerinde aralarında İstanbul, Ankara, Diyarbakır gibi büyük illerin de bulunduğu bölgelerde seçimi kazandı. İstanbul'un yeni belediye başkanı Erbakan'ın öğrencisi şimdiki başbakanımız Tayyip Erdoğan oluyordu.

   1995 genel seçimlerine gelindiğinde ise muhafazakar Anadolu sermayesi ve büyük kentlerin yoksullarının desteğini arkasına alan RP, %21'lik oy oranıyla sandıktan birinci parti olarak çıktı ve meclise 158 adet milletvekili sokmayı başardı. Meclisteki milletvekili aritmetiği herhangi bir partinin tek başına hükümet kurmasına olanak sağlamadığı için koalisyon arayışları hız kazandı. Cumhurbaşkanı Demirel'in hükümet kurma görevini sandıktan birinci parti olarak çıkan RP'ye değil de Mesut Yılmaz'a vermesi belki de sürecin gidişatı açısından ilk ipuçlarını ortaya döküyordu. Kurulan ANAYOL hükümeti Çiller ile Yılmaz arasındaki kişisel çatışmalardan ötürü pek de sağlam görünmüyordu ve neticede beklenen oldu RP'nin Mesut Yılmaz hakkında verdiği bir gensoru sonrasında ANAYOL hükümeti istifa etmek zorunda kaldı.

   ANAYOL hükümetinin istifası sonrasında Çiller siyasi manevra alanını kullanıp Erbakan ile dirsek temasında bulundu ve 28 Haziran günü Refahyol hükümeti kuruldu. Tüm seçim propagandasını RP'nin laiklik karşıtı olduğu teması üzerine kuran Tansu Çiller'in daha sonra Erbakan ile birlikte hükümet kurması siyasetin çirkin ve rantçı yüzünü göstermesi açısından çok önemlidir. Öyle ya da böyle Necmettin Erbakan Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni başbakanıydı ve süreç fiilen başlamıştı.

   Refah Partisi'nin seçim propagandasında gösterdiği hedeflerden birkaçı şöyleydi; NATO'dan çıkmak, Gümrük Birliği antlaşmasını feshetmek, İsrail ile olan işbirliğini sonlandırmak, İslam Ortak Pazarı'nı kurmak ve faizi kaldırmak. Son seçim döneminde de aşina olduğumuz gibi 0 faiz Erbakan döneminde de İslam referans gösterilerek ulaşılmak istenen bir "adil düzen" olarak görülüyordu.

   Yapılan ilk Yüksek Askeri Şura toplantısında 163 Subay ve Astsubay irticai faaliyetler gösterdikleri sebebiyle ordudan atılıyor ve toplantı sonrası verilen yemekte Erbakan'ın masasında oturan Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın "bana rakı getir evladım" sözü manşetleri süslüyordu. Böylelikle 28 Şubat'taki en önemli rollerden birine sahip olan medya sözüm ona oyuna başlamış oluyordu.

  Necmettin Erbakan'ın ilk yurtdışı gezisini İslami bir devim yaşamış olan İran'a düzenlemesi ordu ve medyadaki bir kısımı rahatsız etti. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı gazetelere: “ İran’da generaller Humeyni hareketinin irticanın ta kendisi olduğunu fark ettiklerinde, iş işten geçmişti ” açıklamasını yaptı ve bu açıklama manşetlerde “ Karadayı’dan Humeyni Dersi” şeklinde yer aldı. Artık “laiklik” gündemin en önemli konusu haline gelmişti. Adli yıl açılış töreninde laiklik vurgusu yapılıyor, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Laikliğin kıymetini bilin” diyordu. Erbakan’ın ise bu tartışmalara cevabı: “ Siz kim Atatürk ilkeleri diye laf edip bizim karşımıza çıkmak kim, hadi oradan” şeklinde oluyordu.
 
   Necmettin Erbakan o zamanki bakanlardan Abdullah Gül ve bazı milletvekillerinin karşı çıkmasına rağmen 3 Ekim 1996 günü Libya gezisine çıktı ve Kaddafi'nin çadırında ağırlandı fakat Kaddafi'nin Erbakan nezdinde Türkiye Cumhuriyeti'ne söylediği sözler kanımca Türk dış politikasının en büyük skandallarından biridir. Metin aşağıda, buyurun:
 "Türkiye’nin geleceği NATO üyesi olmakta, Kürtlere eziyet çektirmekte değildir. Ortadoğu'daki güneşin altında Kürt milleti de yerini almalıdır. Kürdistan kurulmalıdır. Ayrıca Türkiye'nin uyguladığı dış politikadan genel olarak memnun değiliz. Çünkü düşmanımız olan siyonist İsrail'le ilişki içindesiniz. Türkiye iradesini kaybetmiştir, işgal altındadır."
   Erbakan bu açıklamalara cevap vermeye çalışsa da olay Türk basınında Erbakan'ın fırça yediği görüşme olarak yansıdı ve manşetlerden "Utanç Gecesi, Libya Faciası" başlıklarıyla verildi.
 
    Gündem laiklik-asker-irtica üçgeninde şekillenirken 3 Kasım günü o güne kadar sadece ayranıyla bilinen Susurluk'ta bir kaza meydana geliyor ve bu kaza Türkiye'nin gündemini değiştiriyordu. Siyah bir Mercedes’in kamyonla çarpıştığı bu kazada Mercedes’ten 3 ceset çıkarıldı. Bu cesetler eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, ülkücü mafya lideri olarak bilinen Abdullah Çatlı ve manken Gonca Us’a aitti. DYP milletvekili Sedat Bucak ise kazadan yaralı olarak kurtuldu. Aracın bagajından gizli belgeler, silahlar ve mermiler çıkartıldı. Bir Emniyet mensubu, mafya lideri ve milletvekili aynı aracın içinde nasıl bulunabilirdi? Bu soru devlet-polis-mafya üçgeninin ortaya çıkmasını sağlamış, daha sonra bu soru etrafında yapılan tartışmalar ve başlatılan yargı süreci devletin içinde yapılanan gizli bir örgütün varlığına kanıt teşkil etmişti. Belki de apayrı bir yazıda detaylıca ele alınması gereken Susurluk olayı dönüp dolaşıp yine RP'nin başına patlıyordu. Erbakan bu büyük iddialara "faso fiso" diyerek geçiştirmeye çalışsa da daha sonra -yaşı benim gibi olanlar hatırlar- yapılan "Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık" eylemi adeta bir RP karşıtı eyleme dönüşüyor insanlar tencere tavalara vurup Türkiye laiktir laik kalacak sloganları atıyorlardı. Erbakan daha sonra da bu eylemi "gulu gulu dansı yapıyorlar" şeklinde yorumlayacaktı. Rahmetlinin o günkü siyasetin gergin dünyasında kulandığı bu esprili dil oldukça hoşuma gider o başka bir konu.
 
   Yine aynı eylem üzerine Adalet Bakanı Şevket Kazan "mumsöndü oynuyorlar" diyerek kendisinin utanması belki de bir daha insan içine çıkmamasını gerektirecek bir açıklamada bulunuyordu. Mum söndürme Alevi yurttaşlarımızın ibadetlerinde yaptıkları bir ritüeldi. Fakat o dönemde bir kısım hastalıklı kesim tarafından kadın-erkek beraber ibadet yapılmasına da gönderme de bulunarak mumların söndürüldükten sonra ibadethanede ensest ilişkiye girildiği dedikodusu yayılmıştı. Benim bile söylemekten utandığım bir lafı Türkiye Cumhuriyeti'nin Adalet Bakanı'nın sarfetmesi nasıl bir şeydir varın gerisini siz düşünün. İşte bu tartışmaların olduğu ortamda Susurluk iddialarıyla daha fazla baş edemeyen Mehmet Ağar istifa etmek zorunda kalıyor ve yerine şimdiki MHP milletvekili Meral Akşener getiriliyordu.
 
   Dönemin ilginç olaylarından birisi de Müslüm Gündüz olayıdır. O güne kadar ismi duyulmamış Aczmendiler adında bir grup bir anda Türkiye gündemine giriyordu. Ekranlarda sık sık zikir görüntüleri yayınlanan Aczmendilerin lideri Müslüm Gündüz'ün Kadıköy'deki bir evde Fadime Şahin adlı kadınla basılması medyanın bir numaralı gündem maddesi haline geldi fakat olay gerçekleşiş tarzı açısından oldukça manidardır fikrimce. Neden derseniz baskın adeta canlı yayında yapılmış ve Müslüm Gündüz, polisin: "bu kadın kim, ne yapıyorsunuz" sorularına kameralar önünde cevap vermek zorunda bırakılmıştır. Ayrıca Aczmendilerin 28 Şubat süreci sonrası ortadan kaybolmaları ve gayet de muhafazakar bir insan olarak lanse edilen Fadime Şahin'in Nişantaşı'nda türbansız ve makyajlı bir şekilde fotoğraflanması olay üzerindeki kuşkularımı arttırmıştır.
 
   Peki tüm bunlar olurken askerin laiklik elden gidiyor propagandası haksız mıydı, hiçbir sebebi yok muydu? Tabii ki askerin böyle düşünmesine sebep olan bazı gelişmeler oluyordu. Mesela Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe bir 10 Kasım töreni sonrası şu açıklamayı yapıyordu:
Refah Partili bakanlar bile kendi dünya görüşlerini bakanlıklarına yansıtamıyorlar. Bu sabah ben de resmi görevim, sıfatım nedeniyle bir törene katıldım. Süslü püslü görünüşüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. İnancımıza saygı duyulmadığı, sövüldüğü bir dönemde, içim kan ağlayarak, bugünkü törenlere katıldım. Belki Başbakan'ın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Bu düzen değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola, harman ola, Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin
Yine dönemin milletvekilleri Hasan Hüseyin Ceylan ile Şevki Yılmaz'ın Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı sözleri askeri doğal bir savunma mekanizması içine sokmakta önemli rol oynamıştır. Evet asker bu süreçte post-modern bir darbeye kalkışmıştır fakat aynı zamanda bu süreçte gerçekten de kendilerine biçtikleri Cumhuriyeti koruma rolüne de kendilerini inandırmışlardır.
 
   Takip eden süreçte Yılmaz'ın saldırıya uğraması, D-8'in Erbakan başkanlığında İstanbul'da toplanması yine dönemin önemli olaylarındandır. Zaten özet bir biçimde anlatması oldukça zor olan bu süreci bir de olayların detaylarına girerek anlatıp varsa eğer; buraya kadar okumaya sabretmiş insanları sıkmak istemem, o yüzden bu konuları geçiyorum.
 
   Ve artık sona yaklaşılıyordu. Erbakan'ın bazı gazeteci ve tarikat liderlerine köşkte yemek vermesi ve ardından düzenlenen Kudüs gecesi bardağı taşıran son damlalar oldu. Verilen iftar yemeği hakkında önemli bulduğum bir anıyı sizinle paylaşmak istiyorum. Bakın yemeğe katılan gazetecilerden Mehmet Kutlular o geceyi nasıl anlatıyor:
Ben de  o iftarda bulunanlardan biriyim hiç de aslında orada istismar edecek bir şey yok. Orada araba değiştirelim dedim, bana bir Renault falan bulun ben arka kapıdan gireyim. Çünkü kapının önünde bir medya ordusu var. Turgut Özal da iftar veriyordu, Demirel de iftar veriyordu biz hep gidiyorduk Başbakanlık’a, yani yeni bir şey değil. Oraya gittiğimiz zaman Mahmut Efendi de sarığı cübbesiyle, iki müridi de aynı şekilde tabi televizyoncuların işine geliyor. Erbakan’ı yıllardır tanıyan birisiyim, o kadar kısa konuştuğunu hiçbir yerde görmedim. Ondan sonra da yemeğe geçildi. Orada devleti rahatsız edecek bir şey konuşulmadı. Sonra tabi namazlar kılındı. Teraviyi de burada kılalım dediler. Ben de hadi kalkın gidelim bu teravih buraya fazla gelir dedim.
 
   30 Ocak 1997 tarihine gelindiğinde ise Sincan Belediyesi "Kudüs Gecesi" adı altında bir organizasyon düzenledi. Bu geceye İran Büyükelçisi de davet edildi. İki duvarında Hamas ve Hizbullah terör örgütlerinin liderlerinin resimlerinin bulunduğu mekanda İran Büyükelçisi’nin yaptığı konuşma ve ortaya konan cihat temsili tepkiye neden oldu. RP’nin böyle gergin bir ortamda bu tarz adımlar atması oldukça ilgimi çekmektedir.
 
   Bütün bu olayların ardından 4 Şubat sabahı Silahlı personel taşıyan araçlardan oluşan uzun bir konvoy, ağır ağır Sincan’ın merkezinden geçti, bu gövde gösterisine askeri manevraya gidiş süsü verilmişti ancak o güne kadar Sincan’da böyle bir sevkiyat gerçekleşmemiş, tankları gören halk oldukça şaşırmış askeri darbe olduğunu zannetmişti. Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in bir süre sonra Washington’daki bir toplantıda, “Demokrasiye ufak bir balans ayarı yaptık” , Necmettin Erbakan’ın tankların geçişi ile ilgili “Cumhuriyet Bayramı’nda 240 tanesi geçiyor!” dediği olay kamuoyu tarafından bir darbe tehdidi olarak algılandı. Ertesi gün gazetelerin manşetleri “Sincan Manevrası İktidarı Sarstı,Tank Sesleri” şeklinde atıldı.
 
   Sürece adını veren 28 Şubat 1997 günü askerler Erbakan'ın önüne 18 maddelik bir bildiri koydular bu bildiride:
·         Tarikatlara bağlı özel yurt ve okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na devri
·         TSK aleyhine yorum yapan bazı medya yayın organlarının kontrol altına alınması
·         TSK’dan irtica suçuyla ihraç edilen personelin RP’li belediyelerde işe alınmaması
·         Pompalı tüfeklere olan talebin dikkatle incelenmesi
·         Kurban derilerinin rejim aleyhtarı olan örgüt ve kuruluşlar tarafından toplatılmasına mani olunması           
·         Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemesi              
·         Kuran kurslarının denetimlerinin arttırılması
·         Tarikatların kapatılması
·         Kılık Kıyafet Kanunu’na uyulması
·         8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi
şeklinde talepler yer alıyordu. Metin incelendiğinde laiklik vurgusu göze çarpıyor ve ilk defa bir "yaptırım" sözcüğünden bahsediliyordu



   Dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in başdanışmanı Hüseyin Kocabıyık o gün yapılan Milli Güvenlik Kurulu’nu şöyle anlatıyor: “ 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu toplantısında askerlerin sivil hükümetin önüne koyduğu irtica kanıtlarının tamamı sadece gazete küpürlerinden ibaretti.” Aynı konu hakkında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise bir belgeselde: “ 55 tane mesele vardı. Bunları aldım, hepsini kontrol ettirdim. Bir kısmının dayanakları yok 25-30 tanesi yanlış. Yanlış derken demek istediğim şu; dayanağı yok, rivayete dayanıyor.” demiştir. Erbakan bu kararları imzalamama konusunda dirense de 5 gün sonra imzalamak zorunda kalmıştır.
 
   Daha sonraki tarihlerde yaşanan Sahte Andıç Olayı, Batı Çalışma Grubu gibi meseleler konunun daha iyi kavranmasına vesile olacak olsa da bu yazıda bu konulara daha fazla girmeyip tarihi akışı sonlandırıyorum. İlgilenen arkadaşlar bu konularla ilgili de ayrı bir araştırma içine girebilirler.
 
   Sonuç olarak bu değişim sürecinin en önemli olayı toplumun çevresi ile merkezi arasındaki mesafenin daralmış olmasıdır. Asker ve bir kısım elitist statükocu merkez grubun çevre ile girdiği bu çatışma yer yer 28 Şubat gibi sancılara yol açmıştır. Çevredeki insanların toplum yönetiminde daha fazla söz sahibi olması siyasal gerginlikleri de beraberinde getirmiş ve merkezde yer alan ordunun sıK sık otoriter tavırlar içerisine girmesine yol açmıştır. Süreç sonrası yeni Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat 1000 yıl sürecek dese de süreç değil 1000 yıl 5 yıl sonra AKP'nin seçimleri kazanmasıyla son buldu. Refah Partisi'nin ve ardından kurulan Fazilet Partisi'nin de laiklik karşıtı eylemlerin odağı oldukları gerekçesiyle kapatılması Saadet Partisi'nin doğmasına sebep oldu. Keskin çizgilerle Türkiye'de rahatlıkla siyaset yapamayacağını anlayan kesim Saadet Partisi'nden ayrılarak AKP'yi kurdu ve 2002 yılındaki seçimleri kazanarak iktidara geldi.
 
   İşte Türkiye'yi bugünlere getiren süreç ana hatlarıyla böyle vuku buldu. Evet belki mili iradeye set çekildi evet belki muhafazakar kesimler büyük baskılara uğradı fakat bütün bunları bahane gösterip askeri vesayeti tasviye ederken yerine kendi vesayet sistemini getirmeye çalışanlara zamanında mazlum oldukları için anlayış gösterilmesi hiçbir mantık kural ile açıklanamaz. Milli iradenin tecelli etmesine engel oldular diyerek isyan edenler içeride 200'ü aşkın gündür tutuklu bulunan milletvekilleri için çaba gösterdikleri takdirde samimi olduklarını kanıtlayabilirler. Aksi halde aslında her iki kesimin de suçlu olduğu bu sürecin başka başka versiyonları ömrümüz boyunca peşimizi bırakmayacaktır. Rollerin değişmesi ne Türkiye'ye ne de insanlarına hiçbir şey kazandırmaz. Buraya kadar okuyan olduysa teşekkürler.
 
KAYNAKLAR
 
Kitaplar:
JAN ZURCHER, Eric, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004

CEMAL, Hasan, Türkiye’nin Asker Sorunu, İstanbul: Doğan Kitap, 2010

BAYRAMOĞLU, Ali, 28 Şubat, Bir Müdahalenin Güncesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007

KONGAR, Emre, Demokrasimizle Yüzleşmek, İstanbul, 11. Baskı, Remzi Kitabevi, 2007

PALA, İskender, İki Darbe Arasında, İstanbul, Kapı Yayınları, 2010

ÇETİNKAYA, Tuncer, En Uzun Şubat, İstanbul, Kaynak Kitaplığı, 2005

TAYYAR, Şamil, Kıt’a Dur, İstanbul, Timaş Yayınları, 2009

Belgeseller:
SÜLEYMANOĞLU, Faruk, Derin Darbe, STV, 2008

Keşke Olmasaydı, Kanal24

Duvar-Susurluk

Gazete Arşivleri:
Milliyet Gazete Arşivi
Hürriyet Gazete Arşivi
Sabah Gazete Arşivi

İnternet:
www.zaman.com.tr

  


 
  

  






  

12 Kasım 2011 Cumartesi

Arena'da Yaşananlar Hakkında

   Dün gece futbol adına konuşacak bir şey yoktu.  Bugün de maçtan daha fazla konuşulan konu Volkan ve Emre ile Türk Telekom Arena tribünleri arasında yaşananlar zaten. Söylemek istediğim çok şey vardı ama böyle gergin durumlarda önce biraz nefes alıp daha sonra mantıklı yorumlar yapmayı tercih ettiğimden dolayı sessiz kaldım. Öfke insan hayatında yeterince mantığın önüne geçmekte zaten, ben de ne kalp kırmak ne de kendimi sinirlendirmek istemedim. Sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla Fenerbahçeliler, Galatasaray'a ve taraftarlarına; Galatasaraylılar ise Fenerbahçeli futbolculara bayağı bir kinlerini kusmuşlar. Hatta olayı öyle abartanlar olmuş ki birbirlerinin ailelerine kadar uzanan küfürleri hiç çekinmeden, sıkılmadan yazıvermişler. Bu her insanın kendi terbiyesini ve seviyesini belli eder; sorun değil, isteyen istediğini yazsın yalnız insanların bu barut fıçısı halleri beni en çok endişelendiren konu bugünlerde. Türkiye'nin bütün sosyal, kültürel ve siyasal hayatını da etkileyebilecek bir konu. Dün gece spor ile dile geldi sadece.

   Dün akşam yaşanan olayların sorumluluğunu sadece bir kulübe ve taraftarına yüklemek çok büyük haksızlıktır. Neticede o stada gelen 55 bin taraftarın girişlerde damarında akan kanın rengine bakılmıyor. Orada Volkan'ı yuhalayan küfür edenler arasında Fenerbahçe taraftarı olduğuna da adım gibi eminim. Zaten Kadıköy'de daha önce defalarca gördük futbolcusunu ıslıklayan, küfür eden taraftarı. Yok eğer Fenerbahçeliler yoksa neredesiniz kardeşim siz, niye gelmiyorsunuz maçlara, Türkiye milli takımına tek sahip Çıkan Galatasaraylılar mı? En az Galatasaraylılar kadar Fenerbahçeliler de sinirlenip yuhalayabilirler Volkan'ı ki tribüne hareket yaptıktan sonra bütün stad beraberce yuhaladı zaten. Örnek istiyorsanız buyurun; tesis basıp, elinde jöleyle "uç volkan uçamaz mısın sen ne biçim delikanlısın" diye beste yapan fener taraftarı. Görüldüğü gibi bazen herkes sinirlenebiliyormuş

Tamam milli takım hepimizin ortak paydası. Orada kimin hangi takımın formasını giydiğiniz önemli değil. Volkan'ı yuhalayanlar hatalı ama Volkan ile Emre'nin de sanki "melek"lermiş gibi yansıtılmaları da absürd oluyor.

Takımının attığı golden sonra rakip takım tribünlerine kasıklarını tutarak hareket yapan, yine deplasmanda oynanan bir maçta 90+5'te yavaşça ona doğru gelen topu kıçıyla kurtaran, her maçta antipatik hareketleri ve maç sonrası yorumlarıylarıyla nefret toplayan Volkan'ın ya da bir milli maçta attığı gol sonrası basın tribününe "el kol" hareketi yapan, maçlardaki çirkef hareketleriyle Türkiye'de "karaktersiz" futbolcular kategorisinde bir numaraya oturan ve dün de taraftara aşağıdaki videoda rahatlıkla okuyabileceğiniz türden küfürleri eden Emre mi "aslan" adamlar size göre? Bu karaktersizlerin hiç mi suçu yok? Neden dün maçı katleden Gökhan Gönül'e küfürler edilmiyor, ya da yuhlanmıyor. Hiç düşündünüz mü? Nitekim top her Sabri'ye geldiğinde "ahuhhuuu ouuu" diye bağıran taraftar Sabri ile de dalgasını geçti. Sabri'nin yerinde olsam küfür yemeyi tercih edebilirdim herhalde. Burada gösterilen tepki futbolcunun formasından dolayı değil karakterinden dolayı. Şu tezinizi bi kenara atın artık.
   Dün akşamki bir diğer provakatör de Rıdvan Dilmen'di. Ben son zamanlarda bu kadar aşağılık yorum yapan bir insan görmedim. "Muhteşem stad yapan insanlar yuhalandı burada" evet bu cümle dün kendisi tarafından kuruldu. Her sosyal ortamda yaladığı yuttuğu yetmemiş başbakanını bir de ekranda yaladı yuttu. Ayrıca yaptığı provakatör yorumlarla ortaya çıkan gerginliğin de baş sorumlularından birisi. "Takımı bağrınıza basın" diyen Dilmen, Almanya maçında kulaklıklarını fırlatıp "bu takıma mı yorum yapıcam" demişti. He bir de Aziz Yıldırım içeriden çıkana kadar yorumculuğu bırakmıştı değil mi? Evet, evet tamam.

   Sonuç olarak her takımın tribününde dangalak herifler var, yaşıyoruz görüyoruz ama burada yapılan topyekün saldırının mantıklı bir açıklamasını göremiyorum ben. Tek bir suçlu yok, hepimiz suçluyuz..

13 Ekim 2011 Perşembe

Twitter Üzerine

    2006 yılında Jack Dorsey tarafından geliştirilen twitter bugün 190 milyona yakın kullanıcısı ve 10 milyar dolarlık piyasa değeriyle dünyanın en önemli şirketlerinden biri. Şirket 2010 yılında net zarar ettiğini açıklamasına rağmen Jack Dorsey Google'dan gelen 2.5 milyar dolarlık teklifi reddetti ve bunu hakaret olarak kabul ettiğini açıkladı. İstenilen oranda karlılığı sağlayamasa da günümüzde twitter dünyanın nabzını ölçebilmek için gerekli en önemli alet ve gelecek onun..Halihazırda dünyanın en fazla ziyaret edilen ilk 10 sitesinden biri, her gün 200 milyon göderi işlemi gerçekleşiyor..Jack Dorsey'in Google'ın teklifine hayır demesinin en büyük sebeplerinden biri de bu. Kendim için twitter'ın öneminden bahsetmeyeceğim, benim değinmek istediğim konu bugünlerde Amerika'da twitter üzerine yapılan bir araştırma.

   Indiana Üniversitesi'nden Johan Bollen ve Manchester Üniversitesi'nden Huina Mao ve Xiao-Jun twitter kullanıcılarının ruh halinin sosyolojik trendleri ölçmekte kullanılabileceği hipotezini ortaya attılar. Bu 3 bilim adamı, kullanıcıların olumlu ya da olumsuz ruh halini belirlemek için tasarlanmış bir duygu analiz sistemiyle beraber altı duygusal durumu; sakin, emin, alarmda, canlı, kibar ve mutlu hallerini geri bildirecek bir algoritmayı kullanarak Twitter mesajlarının günlük içeriğinin analizini yapmaya giriştiler.

    Yapılan çalışmaların sonucunda elde edilen verilerle Dow Jones Sınai Ortalama Endeksi'nin izlediği çizgiler arasında bir paralellik tespit edildi. Bu verilere göre Dow'daki açılış ve kapanış değerleri %87.6'lık bir doğruluk oranıyla öngörülebiliyordu. Dünyaca ünlü bir Hedge Fonu olan Derwent, Şubat ayında uygulanan bir demo programla %7.2 getiri elde etti. Tabii ki bu verilerin doğruluğu ve geleceğe dair kesinliği tartışılmaya oldukça müsait. Halen sistemde doldurulamamış noktalar var.

   Bu sistemden hareketle Almanya'da bir doktora öğrencisi olan Timm Sprenger Alman Federal seçimleriyle ilgili bir öngörüde bulundu. 250 bin tweeti analiz eden Sprenger sonuçları %2 hata marjıyla doğru çıkardı. (Kendisi Türkiye'deki seçimlerden önce bi twitter analizi yapmış olsaydı muhtemelen hazırladığı doktora çalışmasını yırtıp atmak zorunda kalabilirdi, o nasıl bir CHP rüzgarıydı öyle 11 Haziran akşamı :D) Aynı Sprenger bu tip durumlarda olulşabilecek piyasa manipülasyonu gibi riskler için de uyarılarda bulunuyor tabii ki. Twitter'da gönderilecek tek bir gönderi piyasaları anında harekete geçirebilir.(Kelebek Etkisi)

   Bollen, twitter ile piyasalar arasında böyle bir bağlantının neden olduğuna dair henüz bir fikir üretemediklerini söylüyor ama bu üretemeyecekleri anlamına gelmiyor. Gelişmeleri takip etmek lazım.

-Güncel ekonomiyi, siyaseti veya hayatı takip etmek isteyen bir için twitter en ideal platform. Yaşanan olaylara farklı perspektiflerden gelen ani tepkileri burada rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Ufuk açıcı bir etkisi de var bu açıdan.(Tabi sadece @Starbucks tweeti atan kızları takip etmiyorsanız) Aynı konu üzerine bir milliyetçi, bir sosyalist, bir muhafazakar insandan gelen yorumları okumak sizin de beyin jimnastiğinizi arttırır. Bu yüzden bu tip konulara ilgi gösteren arkadaşlarımın -ve halihazırda twitter hesabı olmayanların- acilen bir hesap sahibi olmalarını tavsiye ediyorum.

            Twitter'ın kurucusu Jack Dorsey tarafından sisteme girilmiş ilk "tweet" -2006

9 Ekim 2011 Pazar

13 Dakikada Neo-Liberalizm

Güncel Ekonomi-2

    Geride bıraktığımız aylarda Dünya ve Türk ekonomisi oldukça hareketli günler geçirdi. 2006'nın ikinci yarısında Amerika'da başlayan Mortgage krizinin ardından dünya ikinci defa gelebilecek global bir krizin hesaplarını yapmaya başladı. Amerika'daki bütçe açığı, Avrupa'da yaşanılan borç krizi, Yunanistan'ın içinde bulunduğu durumdan ötürü euro bölgesinde ortaya çıkabilecek sorunlar şu anda dünya gündemini meşgul etmekte. Türkiye'de ise durum nispeten daha sakin. Türk ekonomisindeki en büyük sorun cari açık ve döviz kurlarının yüksekliği olarak görülüyor. Tabi döviz kurlarının yüksekliği bazı ekonomistler için bir sorun değil aksine ülke ekonomisi için gayet de faydalı olabilecek bir şey fakat ben aksini düşünüyorum. Türkiye gibi ihracatı ithalatıyla paralel olan yani mal ihraç edebilmek için aynı zamanda da mal ithal etmek zorunda olan bir ülkede döviz kurlarının cari açığı kapatıcı etkisi kısmen yetersiz kalacaktır. Aynı şekilde Türkiye'nin ihracatının %44'ünü AB ülkelerine yaptığı düşünülürse ve Avrupa'daki bu krizin ihracat rakamlarını biraz daha düşürebileceğini varsayarsak, hükümet tarafından alınmış kısa vadeli önlemlerle cari açık yavaşlar gibi gözükse de uzun vadede kesin bir çözüme ulaşacak gibi gözükmemektedir. Hükümet bu nedenle yapısal bir reform paketi hazırlamak zorundadır. Böyle bir paketin de yolda olduğu kulislerde konuşulmakta zaten şu anda.

   Dünyanın bu kadar iç içe geçmiş olduğu bir ortamda Yunanistan'da yaşanması muhtemel bir temerrüt krizinin   Avrupa'nın en güçlü 2 ülkesi Almanya ve Fransa'yı dolayısıyla öncelikli olarak AB ülkelerini ve daha sonra da tüm dünyayı etkisi altına alması kaçınılmaz olacaktır. Almanya ve Fransa'nın büyük bankalarının ellerinde bulundurduğu Yunan kağıtları bu ülkelerde finansal krizlere sebep olup belki de Euro bölgesinin dolayısıyla Avrupa Birliği'nin dağılmasına bile sebep olabilir. Bu nedenle Merkel geçtiğimiz günlerde senatodan Yunanistan için bir yardım fonu oluşturulması teklifini geçirdi. Bu kararın alınması aşamasında Alman halkından tepkiler gelse de siyaseten muhalif bir ses çıkmadı. Çünkü onlar da Yunanistan'ın batması durumunda olabilecek şeylerden haberdarlar.

    Türkiye'ye baktığımızda ise geçtiğimiz hafta içerisinde Merkez Bankası'nın döviz kurlarına müdahale amacıyla iki gün üstüste 1 milyar 350 milyon dolarlık döviz satım ihalesine çıktığını görüyoruz. Bu müdahaleler ve alınan bazı zorunlu karşılık kararlarından sonra piyasadaki döviz likiditesinin artmasıyla dolar 1.90 seviyelerinden tekrar 1.84 seviyelerine geriledi. Fakat burada tartışılması gereken konu Merkez Bankası'nın piyasada bu kadar etkin olması iyi bir şey midir, kötü bir şey midir? Erdem Başçı'dan önceki Merkez Bankası başkanı Durmuş Yılmaz bu noktada bir tehlikeye dikkat çekti. Yılmaz'a göre her ekonomide bu tip dönemlerde Merkez Bankası bir teste tabi tutulur. Bazı büyük oyuncular tarafından yüksek döviz kurları test edilir ve Merkez Bankası'nın tepkisi ölçülür. Burada merkez bankası oyuna fazla müdahil olmamalıdır. Aksi takdirde Erdem Başçı sık sık döviz kurları için sözlü olarak bir hedef tespit etmeye kalkarsa elindeki döviz rezervlerini hızla eritmek zorunda kalabilir. Ayrıca kişisel düşünceme göre bu kadar sözlü ve aksiyonel olarak müdahil olunan bir piyasada dolar kurunun 1.84 gibi bir seviyede olması ve bütün çabalara rağmen doğal seviyesine gerileyememesi; insanları dolardaki artışın uzun vadeli olduğuna inandırıp, tekrardan dolara yönelmelerini sağlayabilir. Sonuçta insanlar birçok ekonomik kararı gelecekteki rasyonel beklentilerine göre almaktadırlar ve bu beklentiler direkt olarak dolar kurunu da etkilemektedir.

   Her gün televizyonlarda uzmanlar çıkıp dolar böyle böyle olacak, altın böyle böyle olacak, euro böyle böyle olacak deseler de inanmamak lazım. Cnbc-e'de, Bloomberg'de çıkıp bilmiş bilmiş kurlar hakkında konuşan analistlerin bugün nasıl çark ettiklerini hepimiz görüyoruz. Zaten bu analistler tam bir "mükemmel piyasa bilgisi"ne sahip olsalardı kendileri televizyonlarda değil, Miami sahillerinde güneşleniyor olurlardı. Şöyle bir örnek vereyim: Bir bankanın yatırım analisti dolar kuru düşecek dediğinde bunu şöyle algılamak lazım; "benim bankamın açık pozisyonu çok fazla yani döviz borcumuz var dolar kurlarının düşmesi lazım." Bir başka bankanın analisti ise kurların yükseleceğini söylediğinde; "benim bankamın portföyünde döviz çok fazla kurların yükselmesi lazım" olarak algılanmalı. Veya ihracat yapan bir şirketin CEO'sunun da dolar euro kurları hakkında yapacağı analizlere pek de inanmamak gerekiyor.

   Dünya her geçen gün yeni bir krize sürükleniyor gibi. Gelecek olan bu krizin ardından ise dünya muhtemelen eskisi gibi olmayacak. Dünya'da inanılmaz bir tahribat yaratmış olan kapitalizm kendini yenileyip tekrardan geri dönebilecek mi ya da ne Komünizme ne de Kapitalizme yakın olmayan üçüncü bir yol üretilebilecek mi? İşte herkesin tartışması gereken konu bu.

*Yukarıdaki yazı yarım-yamalak ekonomi bilgisi olan bir çocuk tarafından yazılmıştır. Yapılan çıkarımlarda hatalar ve yanlışlıklar olabilir. Buraya böyle yazılar koymamdaki amaç ise zaten kendimdeki gelişmeyi görmek istememdir. Bundan 1 yıl sonra muhtemelen çok daha farklı tarzda bir yazı yazabilecek duruma gelecek olup, dönüp geriye baktığımda gerekli eleştirileri yapacağım.