12 Kasım 2011 Cumartesi

Arena'da Yaşananlar Hakkında

   Dün gece futbol adına konuşacak bir şey yoktu.  Bugün de maçtan daha fazla konuşulan konu Volkan ve Emre ile Türk Telekom Arena tribünleri arasında yaşananlar zaten. Söylemek istediğim çok şey vardı ama böyle gergin durumlarda önce biraz nefes alıp daha sonra mantıklı yorumlar yapmayı tercih ettiğimden dolayı sessiz kaldım. Öfke insan hayatında yeterince mantığın önüne geçmekte zaten, ben de ne kalp kırmak ne de kendimi sinirlendirmek istemedim. Sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla Fenerbahçeliler, Galatasaray'a ve taraftarlarına; Galatasaraylılar ise Fenerbahçeli futbolculara bayağı bir kinlerini kusmuşlar. Hatta olayı öyle abartanlar olmuş ki birbirlerinin ailelerine kadar uzanan küfürleri hiç çekinmeden, sıkılmadan yazıvermişler. Bu her insanın kendi terbiyesini ve seviyesini belli eder; sorun değil, isteyen istediğini yazsın yalnız insanların bu barut fıçısı halleri beni en çok endişelendiren konu bugünlerde. Türkiye'nin bütün sosyal, kültürel ve siyasal hayatını da etkileyebilecek bir konu. Dün gece spor ile dile geldi sadece.

   Dün akşam yaşanan olayların sorumluluğunu sadece bir kulübe ve taraftarına yüklemek çok büyük haksızlıktır. Neticede o stada gelen 55 bin taraftarın girişlerde damarında akan kanın rengine bakılmıyor. Orada Volkan'ı yuhalayan küfür edenler arasında Fenerbahçe taraftarı olduğuna da adım gibi eminim. Zaten Kadıköy'de daha önce defalarca gördük futbolcusunu ıslıklayan, küfür eden taraftarı. Yok eğer Fenerbahçeliler yoksa neredesiniz kardeşim siz, niye gelmiyorsunuz maçlara, Türkiye milli takımına tek sahip Çıkan Galatasaraylılar mı? En az Galatasaraylılar kadar Fenerbahçeliler de sinirlenip yuhalayabilirler Volkan'ı ki tribüne hareket yaptıktan sonra bütün stad beraberce yuhaladı zaten. Örnek istiyorsanız buyurun; tesis basıp, elinde jöleyle "uç volkan uçamaz mısın sen ne biçim delikanlısın" diye beste yapan fener taraftarı. Görüldüğü gibi bazen herkes sinirlenebiliyormuş

Tamam milli takım hepimizin ortak paydası. Orada kimin hangi takımın formasını giydiğiniz önemli değil. Volkan'ı yuhalayanlar hatalı ama Volkan ile Emre'nin de sanki "melek"lermiş gibi yansıtılmaları da absürd oluyor.

Takımının attığı golden sonra rakip takım tribünlerine kasıklarını tutarak hareket yapan, yine deplasmanda oynanan bir maçta 90+5'te yavaşça ona doğru gelen topu kıçıyla kurtaran, her maçta antipatik hareketleri ve maç sonrası yorumlarıylarıyla nefret toplayan Volkan'ın ya da bir milli maçta attığı gol sonrası basın tribününe "el kol" hareketi yapan, maçlardaki çirkef hareketleriyle Türkiye'de "karaktersiz" futbolcular kategorisinde bir numaraya oturan ve dün de taraftara aşağıdaki videoda rahatlıkla okuyabileceğiniz türden küfürleri eden Emre mi "aslan" adamlar size göre? Bu karaktersizlerin hiç mi suçu yok? Neden dün maçı katleden Gökhan Gönül'e küfürler edilmiyor, ya da yuhlanmıyor. Hiç düşündünüz mü? Nitekim top her Sabri'ye geldiğinde "ahuhhuuu ouuu" diye bağıran taraftar Sabri ile de dalgasını geçti. Sabri'nin yerinde olsam küfür yemeyi tercih edebilirdim herhalde. Burada gösterilen tepki futbolcunun formasından dolayı değil karakterinden dolayı. Şu tezinizi bi kenara atın artık.
   Dün akşamki bir diğer provakatör de Rıdvan Dilmen'di. Ben son zamanlarda bu kadar aşağılık yorum yapan bir insan görmedim. "Muhteşem stad yapan insanlar yuhalandı burada" evet bu cümle dün kendisi tarafından kuruldu. Her sosyal ortamda yaladığı yuttuğu yetmemiş başbakanını bir de ekranda yaladı yuttu. Ayrıca yaptığı provakatör yorumlarla ortaya çıkan gerginliğin de baş sorumlularından birisi. "Takımı bağrınıza basın" diyen Dilmen, Almanya maçında kulaklıklarını fırlatıp "bu takıma mı yorum yapıcam" demişti. He bir de Aziz Yıldırım içeriden çıkana kadar yorumculuğu bırakmıştı değil mi? Evet, evet tamam.

   Sonuç olarak her takımın tribününde dangalak herifler var, yaşıyoruz görüyoruz ama burada yapılan topyekün saldırının mantıklı bir açıklamasını göremiyorum ben. Tek bir suçlu yok, hepimiz suçluyuz..

13 Ekim 2011 Perşembe

Twitter Üzerine

    2006 yılında Jack Dorsey tarafından geliştirilen twitter bugün 190 milyona yakın kullanıcısı ve 10 milyar dolarlık piyasa değeriyle dünyanın en önemli şirketlerinden biri. Şirket 2010 yılında net zarar ettiğini açıklamasına rağmen Jack Dorsey Google'dan gelen 2.5 milyar dolarlık teklifi reddetti ve bunu hakaret olarak kabul ettiğini açıkladı. İstenilen oranda karlılığı sağlayamasa da günümüzde twitter dünyanın nabzını ölçebilmek için gerekli en önemli alet ve gelecek onun..Halihazırda dünyanın en fazla ziyaret edilen ilk 10 sitesinden biri, her gün 200 milyon göderi işlemi gerçekleşiyor..Jack Dorsey'in Google'ın teklifine hayır demesinin en büyük sebeplerinden biri de bu. Kendim için twitter'ın öneminden bahsetmeyeceğim, benim değinmek istediğim konu bugünlerde Amerika'da twitter üzerine yapılan bir araştırma.

   Indiana Üniversitesi'nden Johan Bollen ve Manchester Üniversitesi'nden Huina Mao ve Xiao-Jun twitter kullanıcılarının ruh halinin sosyolojik trendleri ölçmekte kullanılabileceği hipotezini ortaya attılar. Bu 3 bilim adamı, kullanıcıların olumlu ya da olumsuz ruh halini belirlemek için tasarlanmış bir duygu analiz sistemiyle beraber altı duygusal durumu; sakin, emin, alarmda, canlı, kibar ve mutlu hallerini geri bildirecek bir algoritmayı kullanarak Twitter mesajlarının günlük içeriğinin analizini yapmaya giriştiler.

    Yapılan çalışmaların sonucunda elde edilen verilerle Dow Jones Sınai Ortalama Endeksi'nin izlediği çizgiler arasında bir paralellik tespit edildi. Bu verilere göre Dow'daki açılış ve kapanış değerleri %87.6'lık bir doğruluk oranıyla öngörülebiliyordu. Dünyaca ünlü bir Hedge Fonu olan Derwent, Şubat ayında uygulanan bir demo programla %7.2 getiri elde etti. Tabii ki bu verilerin doğruluğu ve geleceğe dair kesinliği tartışılmaya oldukça müsait. Halen sistemde doldurulamamış noktalar var.

   Bu sistemden hareketle Almanya'da bir doktora öğrencisi olan Timm Sprenger Alman Federal seçimleriyle ilgili bir öngörüde bulundu. 250 bin tweeti analiz eden Sprenger sonuçları %2 hata marjıyla doğru çıkardı. (Kendisi Türkiye'deki seçimlerden önce bi twitter analizi yapmış olsaydı muhtemelen hazırladığı doktora çalışmasını yırtıp atmak zorunda kalabilirdi, o nasıl bir CHP rüzgarıydı öyle 11 Haziran akşamı :D) Aynı Sprenger bu tip durumlarda olulşabilecek piyasa manipülasyonu gibi riskler için de uyarılarda bulunuyor tabii ki. Twitter'da gönderilecek tek bir gönderi piyasaları anında harekete geçirebilir.(Kelebek Etkisi)

   Bollen, twitter ile piyasalar arasında böyle bir bağlantının neden olduğuna dair henüz bir fikir üretemediklerini söylüyor ama bu üretemeyecekleri anlamına gelmiyor. Gelişmeleri takip etmek lazım.

-Güncel ekonomiyi, siyaseti veya hayatı takip etmek isteyen bir için twitter en ideal platform. Yaşanan olaylara farklı perspektiflerden gelen ani tepkileri burada rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Ufuk açıcı bir etkisi de var bu açıdan.(Tabi sadece @Starbucks tweeti atan kızları takip etmiyorsanız) Aynı konu üzerine bir milliyetçi, bir sosyalist, bir muhafazakar insandan gelen yorumları okumak sizin de beyin jimnastiğinizi arttırır. Bu yüzden bu tip konulara ilgi gösteren arkadaşlarımın -ve halihazırda twitter hesabı olmayanların- acilen bir hesap sahibi olmalarını tavsiye ediyorum.

            Twitter'ın kurucusu Jack Dorsey tarafından sisteme girilmiş ilk "tweet" -2006

9 Ekim 2011 Pazar

13 Dakikada Neo-Liberalizm

Güncel Ekonomi-2

    Geride bıraktığımız aylarda Dünya ve Türk ekonomisi oldukça hareketli günler geçirdi. 2006'nın ikinci yarısında Amerika'da başlayan Mortgage krizinin ardından dünya ikinci defa gelebilecek global bir krizin hesaplarını yapmaya başladı. Amerika'daki bütçe açığı, Avrupa'da yaşanılan borç krizi, Yunanistan'ın içinde bulunduğu durumdan ötürü euro bölgesinde ortaya çıkabilecek sorunlar şu anda dünya gündemini meşgul etmekte. Türkiye'de ise durum nispeten daha sakin. Türk ekonomisindeki en büyük sorun cari açık ve döviz kurlarının yüksekliği olarak görülüyor. Tabi döviz kurlarının yüksekliği bazı ekonomistler için bir sorun değil aksine ülke ekonomisi için gayet de faydalı olabilecek bir şey fakat ben aksini düşünüyorum. Türkiye gibi ihracatı ithalatıyla paralel olan yani mal ihraç edebilmek için aynı zamanda da mal ithal etmek zorunda olan bir ülkede döviz kurlarının cari açığı kapatıcı etkisi kısmen yetersiz kalacaktır. Aynı şekilde Türkiye'nin ihracatının %44'ünü AB ülkelerine yaptığı düşünülürse ve Avrupa'daki bu krizin ihracat rakamlarını biraz daha düşürebileceğini varsayarsak, hükümet tarafından alınmış kısa vadeli önlemlerle cari açık yavaşlar gibi gözükse de uzun vadede kesin bir çözüme ulaşacak gibi gözükmemektedir. Hükümet bu nedenle yapısal bir reform paketi hazırlamak zorundadır. Böyle bir paketin de yolda olduğu kulislerde konuşulmakta zaten şu anda.

   Dünyanın bu kadar iç içe geçmiş olduğu bir ortamda Yunanistan'da yaşanması muhtemel bir temerrüt krizinin   Avrupa'nın en güçlü 2 ülkesi Almanya ve Fransa'yı dolayısıyla öncelikli olarak AB ülkelerini ve daha sonra da tüm dünyayı etkisi altına alması kaçınılmaz olacaktır. Almanya ve Fransa'nın büyük bankalarının ellerinde bulundurduğu Yunan kağıtları bu ülkelerde finansal krizlere sebep olup belki de Euro bölgesinin dolayısıyla Avrupa Birliği'nin dağılmasına bile sebep olabilir. Bu nedenle Merkel geçtiğimiz günlerde senatodan Yunanistan için bir yardım fonu oluşturulması teklifini geçirdi. Bu kararın alınması aşamasında Alman halkından tepkiler gelse de siyaseten muhalif bir ses çıkmadı. Çünkü onlar da Yunanistan'ın batması durumunda olabilecek şeylerden haberdarlar.

    Türkiye'ye baktığımızda ise geçtiğimiz hafta içerisinde Merkez Bankası'nın döviz kurlarına müdahale amacıyla iki gün üstüste 1 milyar 350 milyon dolarlık döviz satım ihalesine çıktığını görüyoruz. Bu müdahaleler ve alınan bazı zorunlu karşılık kararlarından sonra piyasadaki döviz likiditesinin artmasıyla dolar 1.90 seviyelerinden tekrar 1.84 seviyelerine geriledi. Fakat burada tartışılması gereken konu Merkez Bankası'nın piyasada bu kadar etkin olması iyi bir şey midir, kötü bir şey midir? Erdem Başçı'dan önceki Merkez Bankası başkanı Durmuş Yılmaz bu noktada bir tehlikeye dikkat çekti. Yılmaz'a göre her ekonomide bu tip dönemlerde Merkez Bankası bir teste tabi tutulur. Bazı büyük oyuncular tarafından yüksek döviz kurları test edilir ve Merkez Bankası'nın tepkisi ölçülür. Burada merkez bankası oyuna fazla müdahil olmamalıdır. Aksi takdirde Erdem Başçı sık sık döviz kurları için sözlü olarak bir hedef tespit etmeye kalkarsa elindeki döviz rezervlerini hızla eritmek zorunda kalabilir. Ayrıca kişisel düşünceme göre bu kadar sözlü ve aksiyonel olarak müdahil olunan bir piyasada dolar kurunun 1.84 gibi bir seviyede olması ve bütün çabalara rağmen doğal seviyesine gerileyememesi; insanları dolardaki artışın uzun vadeli olduğuna inandırıp, tekrardan dolara yönelmelerini sağlayabilir. Sonuçta insanlar birçok ekonomik kararı gelecekteki rasyonel beklentilerine göre almaktadırlar ve bu beklentiler direkt olarak dolar kurunu da etkilemektedir.

   Her gün televizyonlarda uzmanlar çıkıp dolar böyle böyle olacak, altın böyle böyle olacak, euro böyle böyle olacak deseler de inanmamak lazım. Cnbc-e'de, Bloomberg'de çıkıp bilmiş bilmiş kurlar hakkında konuşan analistlerin bugün nasıl çark ettiklerini hepimiz görüyoruz. Zaten bu analistler tam bir "mükemmel piyasa bilgisi"ne sahip olsalardı kendileri televizyonlarda değil, Miami sahillerinde güneşleniyor olurlardı. Şöyle bir örnek vereyim: Bir bankanın yatırım analisti dolar kuru düşecek dediğinde bunu şöyle algılamak lazım; "benim bankamın açık pozisyonu çok fazla yani döviz borcumuz var dolar kurlarının düşmesi lazım." Bir başka bankanın analisti ise kurların yükseleceğini söylediğinde; "benim bankamın portföyünde döviz çok fazla kurların yükselmesi lazım" olarak algılanmalı. Veya ihracat yapan bir şirketin CEO'sunun da dolar euro kurları hakkında yapacağı analizlere pek de inanmamak gerekiyor.

   Dünya her geçen gün yeni bir krize sürükleniyor gibi. Gelecek olan bu krizin ardından ise dünya muhtemelen eskisi gibi olmayacak. Dünya'da inanılmaz bir tahribat yaratmış olan kapitalizm kendini yenileyip tekrardan geri dönebilecek mi ya da ne Komünizme ne de Kapitalizme yakın olmayan üçüncü bir yol üretilebilecek mi? İşte herkesin tartışması gereken konu bu.

*Yukarıdaki yazı yarım-yamalak ekonomi bilgisi olan bir çocuk tarafından yazılmıştır. Yapılan çıkarımlarda hatalar ve yanlışlıklar olabilir. Buraya böyle yazılar koymamdaki amaç ise zaten kendimdeki gelişmeyi görmek istememdir. Bundan 1 yıl sonra muhtemelen çok daha farklı tarzda bir yazı yazabilecek duruma gelecek olup, dönüp geriye baktığımda gerekli eleştirileri yapacağım.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Likya Yolu (Olympos-Yanartaş)

   Bu yazıyı yazmak için neden bu kadar ara verdim onu bilmiyorum ama en azından bu etabı da not düşmem gerekir bloga. Yaptığımız bu gezinin üzerinden zaman geçtikçe hissettiğim şeyleri biraz daha unutuyorum gitgide sıradanlaşıyor yazılar fakat yapacak bir şey yok :) Bu yolunda böyle bir özelliği var. Yol boyunca ömrünüzün başka hiçbir diliminde hissedemeyeceğiniz şeyleri hissediyorsunuz. Mesela yaptığınız bir konuşma normal zamanlarda kendinize çok saçma gelebilirken bu yoldayken o kadar normal ve o kadar güzel ki. Aynı bir insanın geceyarısında odasında yalnızken büründüğü ruh haline benziyor biraz da. Daha büyüleyicisi olduğu kesin ama bu özelliğiyle aşağı yukarı aynı. Neyse en iyisi hikayeye başlayayım ben. Kınık'tan Antalya'ya döndüğümüzden beri odamızdan dışarı çıkmadık. Uyku-yemek-internet üçlüsüyle 2 günü geçirdikten sonra "e artık bir yere kadar" diyip yola çıkmamız gerektiğini anladık. Bu süreçte Hasan'ın bize veda etmesi gerekti, Emir ile düştük yola. Bir minibüse atlayıp Olympos kavşağında indik. Bu kavşakta gördüğümüz insanlara aşağıya yolun kaç kilometre olduğunu sorduk. Cevap 7 kilometre yürüyemezsiniz geçler şeklindeydi. Adam bugüne kadar 80 kilometre yürüdüğümüzü duysa nederdi acaba diye düşündük, gülüp geçtik :) ve tekrardan bir minibüse atlayarak antik kentin girişine geldik. Olympos istisnasız her sene ailecek uğrak mekanımız olmasından dolayı burada hiç yabancılık çekmiyordum. Yol bulma, iz bulma derdi de yoktu. En az Acıbadem kadar biliyordum Olympos'u.
Resimde de görüldüğü gibi Olympos antik kentinin girişinden itibaren Çıralı'ya 3 kilometre yolumuz vardı. Planımız önce bi antik kenti gezip, dünyanın en muhteşem sahillerinden birinde denize girip ( en muhteşem sahil lafını kafamdan uydurmuyorum çünkü geçtiğimiz yıllarda Olympos dünyanın en güzel sahili seçildi) ardından Çıralı'ya ulaşmak akşam da Yanartaş'a çıkmaktı. Düştük yola..Sağımızda bir dere, solumuzda antik kalıntılar denize doğru yürüdük. Bu yol boyunca en güzel anılar da hep denize doğru yürürken oldu zaten. Ortaçgil'i mırıldandık "çözdüm her şey çok basit! Denize doğru.." Antik kentte birkaç fotoğraf çektikten sonra çalıların arasında üstümüzü değiştirdik, hazırdık yani anlayacağınız :)



Olympos yine devlet tarafından koruma altına alınmış, tesisleşmeye hiçbir şekilde izin verilmeyen bir plaj. Burada diğer sahillerin aksine herhangi ahşap bir yapı, bir büfe veya bir şezlong bulmanız da mümkün değil. Hatta bu sebepten dolayı seyyar büfecilik almış başını gitmiş sahilde. Güzel kazandıran sektörlerden, meraklılarına duyurulur.  Bu sahil insan profili olarak da oldukça hoşuma giden bir yer. Ağırlıklı olarak üniversite öğrencilerinin ve doğadan zevk almasını bilen insanların geldiği bir yer. Yani burada Bodrum'un Çeşme'nin şımarık mojitocu çocuklarına rastlamazsınız. İnsanlar sakindir, nerede nasıl davranılması gerektiğini bilir. Burada harcadığımız 3-4 saatin ardından hava kararmadan Çıralı'ya doğru yola çıkmaya karar veriyoruz. Bir ucunda bulunduğumuz sahilin öteki ucu Çıralı. Deniz kenarından oldukça keyifli bir yürüyüşe başlıyoruz..
Çıralı'ya vardıktan sonra güzel bir fiyata anlaştığımız mekana giriş yapıp, bungalovumuza yerleşiyoruz. Akşam yemeğinin ardından ise istikamet Yanartaş..Gece yolculuğunun aslında ne kadar gergin bir şey olduğunu burada farkediyoruz. Bize anlatılanlara göre gece oraya bir sürü insan çıkıyor. Fakat yolda kimseyi göremiyoruz. Başlıyoruz şarkı söylemeye, bu yol geçmez çünkü başka türlü. Elimizde fenerlerimiz ilerliyoruz .(Fenersiz gelmeyin). 1-1.5 saatlik bir yürüyüşün ardından Yanartaş'ın giriş tabelası bizi karşılıyor. Bahsedilen kalabalıkla da tam olarak burada karşılaşıyoruz.
Burada girişte Yanartaş hakkındaki bilgilerimizi tazeledik. Size de anlatayım kısaca buranın hikayesinin ne olduğunu. Likya kralı ona karşı gelen ve acınacak haldeki bir genci öldürmek istemez ve onu Olympos dağında yaşayan ağzından ateşler saçan bir canavar olan Chimera ile dövüşmeye gönderir. Bu genç Pegassos adlı kanatlı atına binerek Chimera'yı yerin 7 kat dibine gömer fakat Chimera yerin altından alevler saçmaya devam eder. Homeros'un bize bu şekilde anlattığı efsaneye göre bugün hala yanan alevler, Chimera'nın yerin yedi kat dibinden fışkıran alevleridir. Bu gencin zaferini kutlamak için Olympos'da bir yarış düzenlenir. Atletler bu ateşle meşalelerini tutuşturarak Olympos kentine doğru koşarlar. Böylece daha sonraları değişik spor dallarının eklendiği ve birkaç gün süren Olimpiyat Oyunları'nın Anadolu'daki ilk örneği gerçekleşmiş olur. Günümüzde yakılan olimpiyat meşalesi Chimera'nın sönmeyen ateşinin sembolik bir ifadesidir. Kaç kişi biliyor acaba merak ettim :) Buradan yaklaşık 45 dakikalık bir tırmanışla Yanartaş'a vardık.

Buraya çıkarken insanlar genelde şaraplarını ve sucuklarını yanlarına alıyorlar. Binlerce yıldır aralıksız yanan bir ateşte sucuk kızartmak değişik bir deneyim olsa gerek, biz tadamıyoruz maalesef. Onun yerine Emir gidip sigarasını yakıyor. Zaten tepede ne kadar Türk varsa çakmak gibi kullanıyor yanartaşı. Akıl sır erdiremiyoruz hiçbir şekilde bu sönmeden yanan doğa harikasına. İçinde bulunduğumuz egzotik ortamda 1 saat kadar takılıp iniş yolculuğuna başlıyoruz..Geldiğimiz yolu takip ederek 2 saat içerisinde odamızdayız. Yarın sabah erkenden Antalya'ya dönüş var güzel bir uyku çekiyoruz. Antalya 'da geçirdiğimiz günler ise klasik oluyor pek tat alamıyoruz. Sanırız bu yolculukla bütün tatil anlayışlarımız değişti.. ama şurada sevgili anneanneme teşekkür etmeden geçemeyeceğim, krallar gibi ağırlandık vallahi, seviyoruz seni..Dikkat dikkat aşağıda gördüğünüz kadın annem değil anneannemdir :) Ve İstanbul'a dönüş vakti..

   Likya Yolu maceralarımızı "Fethiye'den Antalya'ya Likya Yolu" kitabının arkasındaki yazıyla bitiriyorum. Çünkü şahsen benim fazla söyleyecek bir şeyim yok. Daha çok hisler konuşuyor bu tip durumlarda. Bazı şeyler de bende kalınca o kadar güzel ki...

Yürümek Üzerine 

Eğer Likya Yolu'nu yürümüşseniz, haftalardır benimsediğiniz bir yaşam biçiminin de sonuna gelmişsiniz demektir. Her sabah kalktığınızda, önünüzde yürünecek kilometrelerce yol; bu yorgunluğu terk edebileceğiniz küçük Akdeniz koyları; bacaklarınızı sizden nefret ettiren tırmanışlar; yaylaların insanı canlandıran havası ve tepenizde sarı sıcak güneş vardı. Mavi gökyüzü ile mavi Akdeniz arasında gidip geldiniz. Keşfedilmemiş yitik zamanın içine girdiniz. Zaman seyyahı oldunuz. Efsanelerin uğrak yerleri, doğum yerlerinize dönüştü. İnsanlar tanıdınız, sofralarına yüreklerini koyan. Bütün seyyahlar gibi öykünüzü anlatıp öykülerini dinlediniz. Doğayı tanıdınız, zeytinin neden kutsal olduğunu anladınız. Denizlerin neden tuzlu olduğunu, gölgelerin arasındaki farkı kavradınız. Sedir gölgesine bir başka isim verdiniz, köknarınkine başka. Yalnız palmiyenin yalnızlığını paylaştınız. Şahinlerin baktığı uçurumlardan baktınız. Dev kaplumbağaların yumurtaları ile yarına mesajlar gönderdiniz. Hayatınızda ilk defa tırtıl sevdiniz. Geveze kırlangıçlarla kötü şarkılar söyleyip, ağustos böceklerinin sesini bastırmaya çalıştınız. Karadutları, keçi boynuzlarını, bademleri tattınız. Yolculuk yaptınız, yani yaşadınız. Zaman içerisindeki yolculuğumuzda geçmişin şifreleri, efsaneleri sizlere kelimelerle ancak bu kadar ulaşabiliyor. Dağların kekik toplayıcılarını, Tahtalı Dağı'nın zirvesini, Xanthos'un gizemini hissedebilmek ya da Akdeniz'in maviliklerinde serinlemek için bu eşsiz serüveni yaşamanız gerekiyor.




Nerede olduğunuzu önemsemezseniz kaybolmuş sayılmazsınız..! Seneye kaldığımız yerden devam..

30 Eylül 2011 Cuma

Likya Yolu (Gavurağlı-Kınık)

   O kadar keyifli bir yoldan başladı ki yolculuğumuz..Ta ki telefonum çeker çekmez İstanbul'dan Galatasaray'ın 2-0 mağlup olduğu haberi gelene kadar. Resmen moralim bozuldu ama çam kokuları eşliğindeki bu yolculukta unutmak çok da fazla sürmedi..
Hafif ve bizi fazla zorlamayan bir tırmanıştan sonra 12 kilometrelik uzunluğuyla dünyanın en uzun doğal plajlarından biri olan Patara'nın en uç noktasının manzarası bizi karşılıyor. Aşağıda gördüğümüz antik kalıntılar, Özlen Çayı ve uçsuz bucaksız kumsal manzarası burada 1 saat kadar mola vermemize sebep oluyor. Vedalaşıp gidemiyoruz çünkü..
Yukarıdan  aşağısı oldukça yakın gibi gözükse de aşağıya inmek pek de kolay olmuyor.. Bu sırada planlarımızda ufak da bir değişiklik yapıyoruz. Normalde bu gece Kınık'ta konaklayıp yarın sabah erkenden Olympos'a gitmeyi düşünmüştük ama Kınık'ta konaklamayı pas geçip akşam direk Antalya'ya geçmenin daha mantıklı olduğu aşikardı. Böylece 1-2 gün dinlenip, gereksiz eşyalarımızı bırakıp dinç bir şekilde Olympos-Yanartaş arasını yürümeye başlayabilirdik. Hemen Antalya'ya telefonlar edildi, yemek siparişleri verildi ve gece klimalı bir odadaki deliksiz uykunun hayalleri kurulmaya başlandı. Tempolu bir yürüyüşten sonra artık deniz seviyesindeydik.. Burada Pdynai antik kentinden kalma birkaç eski kapı bizleri karşıladı. Pdynai Likya uygarlığı zamanında Patara kentini korumak için kurulmuş askeri bir uç birliğinin yaşadığı alanmış. Patara, Likya şehir devletlerine bir dönem başkanlık yaptığı için oldukça önemli bir kent ve çevresinde bu tip askeri birliklerin yaşadığı ufak kentler mevcut. Pdynai'nin girişindeki yazı bizi öyle bir güldürüyor ki sormayın, bu nasıl bi espri anlayışıdır anlayamıyoruz, gerizekalı çok bu memlekette.
Artık Özlen Çayı'nın denizle buluştuğu noktadayız..Pek de sağlam olmayan köprüyü geçiyor ve kumsala ulaşıyoruz..İlk işimiz direk dondurmalara saldırmak oluyor...Sonrasında ise konservelerimizi yiyip yola devam etmek gibi bir planımız var fakat yaklaşık 1 haftadır çantamızda bulunan barbunyalarıımz güneşten fazla etkilenmiş olacaklar ki bozulmuşlar, kötü bir koku yayıyorlar. Onun yerine tost sipariş ediyoruz. Yemekleri yedikten sonra "abi 10 dakikada olsa girelim şu denize" diyorum. 10 dakika oluyor 1.5 saat..

Bundan sonra yolumuz dümdüz Letoon'a doğru devam ediyor. Herhangi bir tırmanma ya da yokuş aşağı inme gibi bir durum yok. Çöl gibi bir araziden yola devam ediyoruz...Bu yol bizi oldukça yorduğu ve fazla zamanımız da kalmadığından dolayı Letoon'a 1 kilometre kala pes etmek zorunda kalıyoruz. Aksi takdirde Antalya'ya giden otobüsü kaçıracağız. Patara kumsalında harcadığımız 1 saat Letoon antik kentini gezemememize sebep oluyor. Pişman mıyız diye sorarsanız, hayır değiliz..Yine de Letoon'daki antik tiyatroyu fotoğraflama şansına sahibiz..
Buradaki bir markette karşılaştığımız kendini oldukça uyanık sayan bir abi bizi 25 liraya Kınık'a kadar götürmeyi teklif ediyor. Hatta turistleri aynı yere 30-40 euro'ya götürdüğünü övüne övüne anlatıyor bir de. Pazarlık yapıyoruz acındırıyoruz kendimizi 15 liraya anlaşıyoruz. Atlıyoruz arabasına..Kınık otogarına vardığımızda ne kadar mantıklı bir iş yaptığımızı fark ediyoruz..Çünkü biz gara varır varmaz 10 dakika sonra Antalya minibüsü kalkıyor. Bu 10 dakika içinde Alman çiftle karşılaşıyoruz yine. Bir dertleri var yardımcı olmaya çalışıyorum. Taksici abi bunları yolda perişan bir halde bulmuş, alıp getirmiş. Yol tarif edip, biraz sohbet ediyorum, vedalaşıyoruz..Şimdi size 2 fotoğraf göstereceğim, yorgunluğu anlayabilmeniz açısından. Birisi minibüse biner binmez çekildi, bizimkiler ankara misket oynuyorlar. İkincisi ise yolculuk sırasında, top atsanız uyanmazlar.
                                                       








Ve Antalya'ya varış...Şerefe!!

26 Eylül 2011 Pazartesi

Likya Yolu (Boğaziçi-Gavurağlı)

   Saat 6.30 civarı uyanıyoruz. Bugün biraz geç kaldık çünkü kahvaltıyı 3 kilometre ilerideki Sidyma antik kentinde yapmak istiyoruz, olaya mistik bir hava katmak için. 7'de yoldayız. Sabahın ilk saatlerinin vazgeçilmez serinliği de bizlerle beraber yol boyunca..Sidyma içinde aynı zamanda bir de köy bulunan bir antik kent. Aslına bakarsanız buraya antik kent de dememek lazım. Sidyma sadece 4-5 tane lahitten oluşuyor. Bir kaç tane de yazılı taş. Zaten girişlerin ücretsiz olmasından da anlayabiliyorsunuz. Görülmeye değer çok bir şey olsaydı mutlaka bir giriş ücreti de olurdu diyoruz, antik kentin girişinde kahvaltılarımızı yapmaya başlıyoruz. Bugünkü sbah menümüzde köyden çıkarken yaptırdığımız ekmek arası patates kızartması ve domates var.
Sularımızı bitirmeyelim diyerekten boğazımıza takılma pahasına yemeklerimizi kuru kuru yemek zorunda kaldıktan sonra tekrar yola devam ediyoruz. Sidyma'ya doğru tırmanan patikada da yer yer işaretler kaybolabiliyor. Bu nedenle yola en az 3 kişi çıkmak gerçekten çok önemli. Bir kişi son işaretin olduğu noktada beklerken diğer 2 kişi farklı yönlere giderek işaret aramaya girişiyor ve doğabilecek zaman kayıpları ve kaybolmaların önüne geçilmiş oluyor. Sidyma'ya gelmeden önce biraz meraklanıyoruz. Bu merağın sebebi ise Boğaziçi Köyü'nde dinlediğimiz hikayeler. Orada anlattıklarına göre köyün yaşlılarından birisi gitmiş antik kalıntının üzerine ev yapmış. Salonunun ortasında lahit tarzı bir şey varmış. Bu nedenle yabancılara karşı oldukça hoşgörüsüzmüş, gelip de başıma iş açarlar diye. (Hiç bulaşmayın görmek falan istemeyin dediler, aslında çok enteresan bir fotoğraf karesi olabilirdi) Bir diğer merak ettiğimiz konu ise Sidyma'nın imamı. Elimizdeki kitaplarda yazılanlara göre bu köyün inanılmaz yardımsever ve canayakın bir imamı varmış. Sidyma'ya ulaştığınızda mutlaka bu imamla tanışılması öneriliyor. Biz de Boğaziçi Köyü'nde imamı soruyoruz, nasıl biridir diye ve imamın gönderildiğini öğreniyoruz. Köylülerin anlattığına göre Sidyma'nın yerlileri adamı çekememiş ve biletini kesmişler. Yerine yeni imam atanmış. İşin aslını Sidyma'da öğreniriz diyoruz biraz daha gaza basıyoruz..2 saatlik bir yürüyüşün ardından Sidyma'dayız. Burada ilk işimiz antik kalıntıları fotoğraflamak ardından da köyün camiisini bulmak.
Köyün içerine doğru biraz ilerlediğimizde cami karşımıza çıkıyor. İçeri girelim bakalım ne var ne yok diyoruz fakat caminin yeni imamıyla karşılaşamıyoruz. Caminin bahçesinde oturup soluklanıyoruz. Gavurağlı'na 20 kilometreden fazla yolumuz var. Geçmiş parkurlarda 2 kilometreyi 5 saatte çıktığımız yerler aklımıza geliyor acaba yetişemeyecek miyiz diye düşünmeden edemiyoruz. Biz bunları düşünürken Emir'in dünya umurunda değil, kedilerle oynuyor. Köyün bütün kedileri Emir'in yanında.. Uyarıyorum, "aman abi ne gerek var şimdi içli dışlı olma çok yaklaşma hayvanlara biri tırmıklayacak falan başımıza dert yakınlarda bir yerde sağlık ocağı gibi bir şey de yok, tadımızı kaçırma" diyorum, dinlemiyor.  Caminin çıkışındaki çeşmeye atıveriyoruz kendimizi..
Sidyma'dan çıktıktan sonraki hedefimiz Bel köyü. Aynı zamanda burada öğle yemeğimizi de halletmeyi planlıyoruz. 5 kilometreden biraz fazla yolumuz var. Normal olarak bir insanın ortalama yürüyüş hızı saatte 5 kilometre civarındadır. Fakat Likya Yolu'nda bu hıza aldanarak plan yapmak oldukça tehlikeli. Birincisi sırtınızda 10 kilodan fazla yük taşıyorsunuz. İkincisi parkur engebeli. Bu nedenle bazen saatteki yürüyüş hızınız 1 kilometreye hatta daha da aşağı düşebiliyor. Biz bu 5 kilometreyi 2 saatte yürümeyi planlıyoruz. Fakat işler pek de umduğumuz gibi gitmiyor. Belki de yol boyunca yaptığımız en büyük hatayı yapıp 2'ye karşı 1 oyla Bel'e kadar Likya Yolu'ndan değil de asfalt yoldan yürüme kararı alıyoruz.. Oldukça demokratik bir gurubuz. Genelde Emir ile Hasan tam zıttı şeyleri istiyor. Son kararı ben vermiş oluyorum, göstermelik demokrasi işte :) Bu kararın sonrası ise tam bir azap. Asfalt yoldan yokuş yukarı güneşin en dik geldiği saatlerde yürümek zorunda kalıyoruz. Sinirlerimiz bayağı geriliyor. Hatta daha önce çektiğimiz skeçlerde esprisini yaptığımız sopa fırlatma olayları gerçek bile oluyor. Tartışma konularımız ise içinde bulunduğumuz sinirsel gerginliği tanımlaması açısından oldukça aydınlatıcı: "yeter ulan yürümüyosun koşuyosun sanki yavaş biraz biiippp" Daha sakin olan tarafın alttan almayı, kızgın olan kişinin ise özür dilemeyi gayet iyi bilecek olgunlukta olması bu tartışmaların üzerinden kolaylıkla gelmemizi sağlıyor.. Bu zorlu yoldan sonra tekrardan Likya Yolu tabelası karşımızda, mutluyuz..
Kalan 3 kilometrelik yolumuzu da aldıktan sonra Bel köyündeyiz. Karnımızı bayağı bir aç. Yine gördüğümüz ilk eve dalıveriyoruz ya da davet ediliyoruz diyelim kibarca. Ama bu sefer önlemimizi alıyoruz "karşılığını vereceğimizi" peşinen belirtiyoruz yine daha önceki gibi bir kararsızlık yaşamamak için. Yemek menüsünü hatırlayamıyorum. Çok hoşuma gitmemişti ama o aklımda. Mecburuz, yemek zorundayız. Yemekten sonra teyzemiz bize köyde yaşanan son gelişmelerden birkaç satır anlatmaya başlıyor: "Köyde bi çocuk vağdı askere gitti geldi delirdi çocuk gomutanın hanımı büyü yapmış buna" İnsanlar hayatlara ne kadar farklı pencerelerden bakabiliyor diyip şaşırıyoruz. Teyzemize veda vakti, teşekkür ettikten sonra Belceğiz'e doğru yola koyuluyoruz.
Bel-Belceğiz arasındaki yol oldukça kolay ve keyifli. Şarkılar, türküler eşliğinde yürüyoruz. Nefesimiz de kesilmiyor hem bu sefer :) Bu keyifli anlarda Belceğiz'den sonraki rotada başımıza neler geleceğini kestiremiyoruz tabi tam olarak :) Artık Belceğiz'e doğru çok az bir yolumuz kalmışken bir şey dikkatimiz çekiyor. Şekil-A'da olduğu gibi bu yollar ne zaman ikiye ayrılsa Likya Yolu nedense hep yukarı doğru devam ediyor. %80 böyle :)
 Artık son mutlu mesut yürüyüş anlarımız.. Likya Yolu'nun en tehlikeli noktasındayız. Gavurağlı'na doğru inişe geçiyoruz, 500 metreden. Yol demeye bin şahit. Hep bizimle beraber olan patikalar artık yok. Yalnız işaretler çok daha sık. Zaten sık olmasa yol da belirgin olmadığından dolayı çok zor burayı geçmek. Trekking olayını aşıp dağcılık boyutuna geçiyoruz şu an. Hedefimiz deniz...

Yolun en başlardaki kısmı oldukça tehlikeli. Yürürken duyduğumuz domuz sesleri de çabası. Bu ürkütücü ortamdan dolayı çok zorda kalmadıkça mola da vermiyoruz fotoğraf da çekmiyoruz. Ancak yolu kolayladıktan sonra birkaç kere deklanşöre basma fırsatımız oluyor..
Nihayetinde Gavurağlı Köyü'ne varıyoruz. Yol üzerinde pansiyon tipi bir taş eve rastlıyoruz. Hoşumuza gidiyor aslında ama fiyat biraz uçuk 40 tl. Köydeyiz la köyde ne 40 lirası. Yola devam edip denize gitmek istiyoruz ama yol gözümüzde büyüyor. Hedefimize de ulaşmışız girip odamızda dinlenelim diyoruz ve ilk gördüğümüz bize 40 lira fiyat çeken eve geri dönüyoruz. Velhasıl 25 liraya anlaşıyoruz. Akşam yemeği ve sabah kahvaltısı dahil. Üçkağıtçı yahu bu köylüler. Duşumuzu aldıktan, kıyafetlerimizi yıkayıp astıktan sonra yemeğe geçiyoruz neyse ki abinin sohbeti iyi. 25 liranın 5 lirasını sohbet için vermişiz gibi düşünebiliriz yani :) Yemekte yine fasulye var. Bu köy evlerinde fasulyeden başka bir şey yenmiyor, anlıyorum. Bu kaçıncı fasulye yeter artık diye geçiriyorum aklımdan. İstanbul'a dönünce de ilk işim anneme, ikinci bir emre kadar fasulye yapmasını yasaklamak oldu zaten. Başlıyoruz sohbete. "Sidyma'nın imamı" olayını da burada açıklığa kavuşturuyoruz. Sıdiğğğğma'da (abimiz aynen böyle telaffuz ediyor:D) köylüler oda kiralama işine girmişler. Bu işteki parayı gören sevgili cami imamımız da geri kalmamış o da başlamış oda kiralamaya. Oda kiralama dediysem öyle değil. Adam turistleri camide yatırıyormuş para karşılığı:) 2 çayı da 5 liradan satıveriyormuş. Turistlere özgü namaz taklidi de bedava. Yavşağın en önde gideniymiş anlayacağınız :) Bayağı bi gülüyoruz vay be işin aslı böyleymiş demek diye. Arıların arasından odamıza doğru geçiyoruz. Arı deyince aklıma geldi. Buraya şu uyarıyı yazmazsam olmaz. Arıdan korkan veya alerjisi olan birinin bu yola çıkmaması önemle duyurulur. Çünkü tahminlerime göre dünya arı nüfusunun %99'u Likya Yolu üzerinde yaşıyor. Çeşmelerden su almak için kendilerinin arasına dalmak lazım. Yok ben susuz da yaşarım derseniz kendi bileceğiniz iş. Arıların iğnelerinin 5 metre öteden görülebildiğini ve hayatımızda görmediğimiz kadar büyük arılar gördüğümüzü ekleyelim..5. etabın sonu..

25 Eylül 2011 Pazar

Likya Yolu (Kabak Koyu-Boğaziçi)

   Sabahın ilk ışıklarını görmeden uyanıp, çadırımızı toplamamız lazım. Bugün hedefimiz Boğaziçi köyü. Oldukça uzun bir etap. Normalde kitapta 2 günde yürünmesi gereken parkurlardan biri olarak gösterilen bu parkuru 1 günde yürümeye karar veriyoruz. Ekstra bir performans göstermemiz gerekiyor anlayacağınız. Kitap da bu zorlu yolculuğun işaretlerini bize şu cümleler ile veriyor zaten: " Mutlaka karnınızı iyice doyurun. Çünkü başınızın üzerindeki bulutlarla aynı boydaki bir dağa, Alınca'ya tırmanacaksınız. Yani yediğinizin he zerresine ihtiyacınız olacak" Alınca 850 metre yüksekliğinde bir dağ. Biz ise deniz seviyesindeyiz. Yolumuz zor, vaktimiz az deyip konservelerimizi çıkarıyor, ton balık-küflü ekmek kombinasyonuyla kahvaltımızı yapıyoruz. Yolculuk vakti..Yol üzerindeki performansımıza bağlı olarak vadi içerisindeki şelaleye de ufak bir yürüyüş yapabiliriz belki diye düşünüyor sonra vazgeçiyoruz. Ne kadar haklı olduğumuzu ise dağa tırmanırken anlıyoruz. Çünkü şu anda Likya Yolu'nun en zor etaplarından birini hatta Tahtalı Dağı (2200m) etabından sonraki en zor etabını yürüyoruz.
Yol üzerindeki dere yatakları kurumuş. Eğer bu dereler akıyor olsaydı nasıl geçerdik diye düşünmeden de edemiyoruz. Çantalarımızı indirip daha sonra kendimizin karşıya geçmesi gerekiyor. Başlarda bu tip atlamalı, zıplamalı yürüyüş parkurları hoşumuza gitse de yürüdükçe zorlaşan bu yol bizi oldukça zorluyor.     O kadar yoruluyoruz ki ilk günlerde 50 dakikada bir verdiğimiz molalar bu parkurda 10 dakikada bir seviyesine kadar geriliyor. Tırmanışlı parkurlarda sohbet etmek de pek mümkün olmuyor çünkü direk nefes nefese kalıyorsunuz. Bir mola yerinde kitabımızı açıyoruz, tırmanışımızın sonunda göreceğimiz manzaraya bakıyoruz, tekrar devam ediyoruz..Yol üzerindeki en büyük motivasyon kaynağımız bu.. Derken yoldaki işaretler yer yer silinmeye başlıyor. Oldukça da ürkütücü bir yerdeyiz. Ve nihayet beklenen oluyor yol işaretlerini kaybediyoruz. Birtakım mahlukat sesleri -ki biz onları "dalga" diye nitelendiriyoruz- de cabası. Neyseki o mahlukatlar dağ keçileri çıkıyor.
"Deliler" şarkısının başka bir versiyonuyla "keçilerden sen anlarsın konuş onlarla" deyip Emir'i keçilerin arasına yol bulmaya gönderiyoruz. Emir'in yarım saate yakın süren bu işaret arama çabası sonuçsuz kalıyor. Umutsuzca ne yapacağız şimdi diye düşünürken oturduğum yerden kafamı sağa çevirmemle işareti görüyorum. Yaptığımız saçmalıklara gülüyoruz. Gözümüzün önünde işaret varken gidip yarım saat dağlarda, tepelerde aramamıza..Tam bu sırada Alman bir yürüyüşçü çift ile yolumuz kesişiyor. Kendileri biraz çekingen, korkuyorlar sanki bizden :) Alman çifti daha fazla korkutmamak için bizi geçmelerine izin veriyoruz, mola bahanesiyle. Yollarına devam ediyorlar. Daha sonra kendileriyle güzel bir yol arkadaşlığımız oluştu orası ayrı konu.Ve dün serin sularına kendimizi bıraktığımız Kabak Koyu bu defa farklı bir açıdan karşımızda..
Kabak Koyu'na son bir kez daha bakıp, nefesimizi topluyoruz. Son bir gazla Alınca Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz. Tırmanışın 600 metresini bitirdik 200 metre daha yukarı çıkacağız. Velhasıl 2 kilometrelik yolu ancak 5 saatte çıkabiliyoruz. Alınca Köyü önümüzde..Yazının girişinde de bahsettiğim gibi normal şartlarda burası bir günlük parkurun sonu fakat biz uygun bir yerde öğle yemeği bulup yola devam etme niyetindeyiz. Alınca Köyü'nün girişindeki manzaralarda fotoğraf çekinmeyi ihmal etmiyoruz tabii ki. Emir keyifli keyifli uzanarak sigarasını tüttürüyor biz de Hasan ile nefes topluyoruz..
Alınca'nın köy çeşmesinde sularımızı doldururken, köylü bir çocukla sohbet ediyoruz biraz..Galatasaray formasıyla gezmesi de sempati uyandırıyor tabii ki 3 Galatasaray taraftarında. Kendisi burada yemek yiyecek bir yer bulamayacağımızı ama köylülerden istersek yardımcı olabileceklerini söylüyor. Biz de iyi o zaman diyip köyün içine doğru uzanıyoruz ve gördüğümüz ilk eve giriş yapıyoruz. "Pardon teyze burada yemek yiyebileceğimiz bir yer var mı acaba?" diye sorduğumuz soru aslında "Abla çok açız bize yemek versene" şeklinde algılanmış olacak ki eve davet ediliyoruz.( Pek de yanlış algılanmamış) Sağolsunlar soframızı hazırlıyorlar. Biz de yemeğe oturuyoruz. Burada adını tam olarak bilemediğim ama çok hoşuma giden bir yemek yiyorum. Emir'lerin köyde falan yapıyorlarmış bundan tarifini öğrenip anneme yaptıracağım :)
Yemeğimizi bitirdikten sonra çaylarımızı da içiyoruz. Sohbet ediyoruz teyzemiz ve kızıyla. Ben ufak çocuklarla oyun oynuyorum biraz. Kafamızda ise tek bir soru "Acaba bir karşılık bekliyorlar mıdır?" Kitaplardan ve bloglardan okuduğumuz kadarıyla cevap hayır. En sonunda para teklif etmemizin yakışıksız kaçacağını düşünüp çocuklara gofret ikram ederek en azından onları mutlu edelim deyip evden ayrılıyoruz.. Bu sırada Alman çiftle yeniden karşılaşıyoruz. Bana yol soruyorlar, onları önce çeşmeye götürüyor sonra da gidecekleri yol ayrımına bırakıyorum. Burada Likya Yolu ikiye ayrılıyor. Biri Gey Köyü'ne doğru güzel manzaralar eşliğinde devam ediyor.(Almanlar burayı tercih etmiş) Biz ise içerisinde bir market ve konaklama imkanı bulunan Boğaziçi Köyü'nü tercih ediyoruz. Azıklarımız tükenmek üzere çünkü. Alınca Köyü'nün çıkışında ise yine bizleri harika manzaralar karşılıyor.
Alınca Köyü'nden çıktıktan sonra haritamıza göz atıyor ve köyün yanından geçen asfalt yolun bizi Boğaziçi'ne kadar götüreceğini tahmin ediyoruz. Nihayetinde asfalt yola çıkmaya karar veriyoruz. Güneşin altında, asfalt bir yolda yürümenin zorluklarıyla ilk burada karşılaşıyoruz. Yürüyüş pantolonlarımız birden şortlara dönüşüveriyor :) Uzun ve zorlu bir yürüyüşün ardından Boğaziçi Köyü'nün girişindeki Avlan Mahallesi'ne varıyoruz. Buradan 1-2 km daha yolumuz var..Çok yorgunuz. Pencerelere çıkıp bizi evlerinde ücretli olarak kalmaya davet eden köylüleri zor da olsa reddediyoruz. Hedefimize ulaşmamız lazım çünkü. Bir yanımız da ne olacak 1-2 kilometreden girin içeri yatın diyor. Yola devam ediyoruz. Yolda gördüğümüz bütün köylülerle selamlaşıyoruz. Bir teyzenin inanılmaz hızlı konuşarak "içerigeliverin çay içerig, kola satarık" cümlesi tam anlamıyla kopmamıza sebep oluyor. Bu sözün makarasını 1 hafta boyunca devam ettiriyoruz :) Tam insanlık ölmüş derken. Yol kenarında yaşlı bir amcayla karşılıyoruz. Bizi evine davet ediyor hem de bir şey talep etmeden, şaşırıyoruz. Çünkü yola çıkmadan bizim öğrendiğimiz şey "Rakım azaldıkça insanlık da azalır" tarzında bir çıkarımdı. Biz ise bu çıkarımı "yaş azaldıkça insanlık da azalır" diye yeniden düzenliyoruz. Çünkü nerede eski toprak birini görsek içtenlikle, sıcak kanlılıkla bizle sohbet ediyor , evine buyur ediyor. Nerede böyle orta yaşlı köylüler varsa çıkar peşinde, bir şeyler satma amacında. Onları da anlamaya çalışıyoruz. Tarım bitmiş, hayvancılık bitmiş, hiçbir gelir kaynağı yok evlerine ekmek götürmeye çalışıyorlar diyor biraz da üzülüyoruz. Derken Boğaziçi Köyü'nün girişindeyiz..Eski bir lahit görüyoruz. Bizimkiler dua ediyor:)
Köy bakkalını aramaya koyuluyoruz. Bakkal dediysek öyle lüks beklemeyin. Oldukça mütevazi bir bakkal bu ama ihtiyaçlarımızı görebiliyoruz. Bu sırada köy evlerinden biriyle de anlaşıyoruz gecelik 15 liraya. Bize bir oda, akşam yemeği ve sabah kahvaltısını veriyorlar. Hatta odamızdaki küçük televizyonda LigTV bile var. Dünyanın en pis banyosunda duş almak zorunda kaldıktan sonra( evet dünyanın en pis yerlerinden biriydi güveler mi dersiniz, kokular mı dersiniz nasıl orada duş aldık hala anlayamıyoruz) bu da bir tecrübedir deyip odama çekiliyorum. Bizimkiler aşağıda köylülerle sohbet ederken ben odada Beşiktaş maçını izlemeye koyuluyorum. Akşam yemeğimizde ise fasulye ve patates kızartması var. Yer soframızda yemeğimizi yedikten sonra uyku vakti..Tam tepemde bir kertenkele dolaşıyor olmasına rağmen uykuya dalıveriyorum..Amann tek sorunumuz kertenkele olsun..3.ve 4.etabın sonu.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Likya Yolu (Faralya-Kabak Koyu)

   Son yazımı "uykuya dalıyoruz" diye bitirmiştim ama aslında öyle direk uyumadık. Hasan ile 1-2 saat sohbet ettik yine dönüp durduk yataklarda. Esas mesele Emir'in uykusuydu. Açık ve net idddia ediyorum ki Emir dünyanın en hızlı uyuma rekorunu kırdı. 30 saniye. Çok ciddi yazıyorum bunu. 30 saniyede uyudu. Yataklara uzanalı 30 saniye olmuş Emir'e çok sıradan bir şey söylüyorum ama cevap gelmiyor. İtiyorum, dürtüyorum bir türlü inanamıyorum uyuduğuna :) Yani demek istediğim işin keyif kısmı çok güzel ama oldukça da yorucu..Neyse sabah oluyor uyanıyoruz. Bugünkü parkur yolculuk boyunca yürüyeceğimiz en kısa parkur; tahminen 3-4 saat sürecek, öğlen Kabak Koyu'nda olacağız. Kahvaltımıza oturuyoruz. %100 köy kahvaltısı önümüzde..
Resimde de görüldüğü üzere akşam 30 saniyede uyuyan sabah kalkmak bilmeyen ve yola çıkmadan önce Nazım Kırali'yi; yok çadır kurmaz, yok iş yapmaz şeklinde basitttt,sığğğ esprilerle kamuoyu önünde rencide etmeye çalışan Emir Türker, hem saat 8 de uyanıyor hem de 1 saat keyifli keyifli kahvaltı yapıyor..Bense biraz daha survivor ruhuna uygun takılıp hafif bir omletle geçiriyorum kahvaltıyı..Emir efendinin keyfinin bitmesini beklerken saat 9 oluyor, öğle sıcaklarına yakalanmamak için bir an önce yola çıkmamız gerek artık.. Kabak Koyu'na 7 kilometre yolumuz var...

1 saatlik biraz yorucu ama ormanın içinden geçen bir parkurun ardından bir tepeye varıyoruz. Mola sırasında güneş gözlüğümü bulamıyorum. Herkesin biraz suratı düşüyor. Çantamı olduğu gibi boşaltıyorum ama bulamasam da geri dönüp Faralya'da aramak gibi bir niyetim yok hiç. Zaten ameliyat olacağım bir daha gözlük kullanmam tarzı düşüncelerle kendimi avuturken, en olmadık yerde gözlüğümü buluveriyorum. Tekrar yüzler gülüyor :) Güneş gözlüğü de yolculuktaki en önemli eşyalardan biri. Güneş tepeye çıktığı andan itibaren mutlaka takmak gerekiyor yoksa oldukça rahatsız edici..

Gözlük aramada yaşadığımız vakit kaybının ardından tekrar yola devam ediyoruz.. Parkur kısa olduğundan oldukça rahatız bu yolda. Kafamıza estiği yerde mola veriyoruz, ufak skeçler çekip kendimizi eğlendiriyoruz sonra tekrar yola devam diyoruz. Şimdi de Emir'in ufak bir problemi var. O da ders kaydı. Telefonla Zemfira'ya ulaşıp internetten bazı şeyleri halletmeleri gerekiyor. Yol boyunca çeken telefonlarımız şanssızlıktır ki bulunduğumuz noktada hiç çekmiyor. Hem Vodafone hem Turkcell. Birimiz tepeye çıkıyoruz, birimiz başka tarafa gidiyoruz, hat yakaladığımızda ise kıpırdamak yasak :) Emir'e eyvah ders seçemezsen kaydını silerler, okuldan atarlar şeklinde biraz takıldıktan sonra nihayet Emir'in işi de halloluyor. Gönlümüz rahat, oldukça keyifli bir yoldan yürüyüşümüz tekrar başlıyor.

Sonunda Kabak'a varıyoruz. Kabak köyündeki pansiyon sahibi bir amca bizi yanlış yönlendirmeye çalışıyor. "Buradan aşağı yol yok, inemezsiniz, bugün burda kalın. Çantalarınızı bırakın aşağı inin" diyor. Ama gelmeden önce oldukça iyi hazırlanmış olduğumuzdan dolayı etraftakileri takmıyor, kitabın bize gösterdiği hedef doğrultusunda ilerliyoruz. Zaten amcanın sözlerindeki çelişkiler yumağı bizi direk o yola götürüyor. Başta yol yok inemezsiniz deyip, sonra çantaları bırakıp inin demesi gibi. Sinirleniyoruz biraz. Bizim bildiğimiz temiz ve iyi kalpli köylü insanlarının işi bu kadar ticarete dökmüş olmaları canımızı sıkıyor ta ki Kabak Koyu'nun muhteşem manzaraları bizi karşılayana kadar..Aslında koya hiç inmeyip, Kabak Köyü'nün üzerinden direk Alınca'ya geçme ihitmalimiz de var ama denizin turkuaz rengi bu ihtimali direk ortadan kaldırıyor. Manzaraya karşı biraz oturuyor, sohbet ediyoruz. Bu sırada Hasan'ın yaptığı BDP'li milletvekili taklitleri bizi güldürüyor, enerji topluyoruz.. Aşağı inmek için hazırız..Yalnız yolda ufak tefek sorunlar var bir noktadan sonra işaretler, yol yapımından dolayı silinmiş. Hasan Emre son işaretin olduğu noktada bizi bekliyor, Emir ile ben farklı yollara gidip işaret arıyoruz fakat çabalarımız sonuçsuz..Biz anayolu takip edelim elbet bu yol bizi denize götürecektir diyor, devam ediyoruz. Nitekim bir süre sonra da denize varıyoruz. Kırmızı-beyaz Likya Yolu işaretleri sahilde..Saat 2 civarında Kabak Koyu'na ulaşabildik. Bikinili, mayolu insanların arasından sırt çantalarımızla, pantolonlarımızla geçerken biraz garipseyen bakışlara maruz kalıyoruz..Hoşumuza da gitmiyor değil aslında..Vadinin içine doğru uzanıp çadır kuracak alan arama çalışmalarına girşiyoruz. Daha sonra bulduğumuz en uygun alanda çadırımızı kurma çalışmaları..Dediğim gibi yola çıkmadan önce "çadır kuramaz" diye eleştirilen ben de elimden geldiğince arkadaşlarıma yardım ediyorum. Aşağıdaki fotoğraf da kanıtıdır. Tabii ki bu çadır kurma işinde Emir'in çabaları yadsınamaz. Aslan payı kendisinin, teşekkür ediyoruz uğraştığı için.
Çadırımız da hazır olduğuna göre artık rahatız diyor, mayolarımızı giyip denize doğru uzanıyoruz...Kabak Koyu tesisleşmenin kesinlikle yasak olduğu bir koy.. Burada şezlong, şemsiye, masa gibi şeylerle karşılaşmanız imkansız. Var olan tek tesisler, vadinin içinde yer alan ahşap bungalovlardan oluşan kamplar. Tatil için Kabak Koyu'nu seçen insanların çoğu ise "entel" olarak tabir edebileceğimiz üst gelir grubundan aynı zamanda da doğayla başbaşa olmayı seven tiplerden. Bunu insanların yürüyüşünden, konuşmalarından bile anlayabiliyorsunuz. Değerli eşyalarımızı çadırımızda bırakmak gibi bir lüksümüz olmadığından hepsini bir torbaya doldurup yanımıza alıyoruz. Dolayısıyla denize girerken de 3'ün 2'li kombinasyonlarını uygulamak durumundayız. Birimiz her zaman eşyaların başında.. Pek de bir önemi yok. Zaten denize girdiğimiz andan itibaren birbirimizle pek ilgimiz de yok. Uzanıp denizin içinden vadiyi seyredalıyoruz..Yine tam da bu seyir dakikalarından birinde başıma enteresan bir olay geliyor. Dünya literatürüne "denizde köpek tarafından kovalanan ilk insan" olarak geçiyorum. Neyse ki hızlı yüzücüyüm de kaçabiliyorum. Kıyıya çıkınca da peşimi bırakıyor mahlukat. Sahibi ve bizimkiler "oynamak istiyor senle" falan deseler de hayvanın bana doğru yüzerek gelişi pek öyle değildi diyorum, gülüyoruz. Biraz dalga geçiyorlar benle.

Yüzme keyfimizin ardından, duşlarımızı alıyoruz ve tekrar sahile iniyoruz. Burada bir arabada köfte-ekmek yapan bir yer görüyoruz. Oturuyoruz önüne attığı masalara. Ayran istiyoruz üçümüz de ama yine ufak bir sorun. Ayranların son kullanma tarihi 2009 yılına ait. Adama tepki gösteriyoruz savunması ise gayet ilginç oluyor "Valla onlar bugün geldi, öyle yazıyolar üstüne 2009 diye" şeklinde bir cevap. Bir de utanmadan siz bilirsiniz diyor. Yine lanet ediyoruz, o kadar sinirliyiz ki adamla kavga falan etmeyelim diye kalkıyoruz hemen oradan, çadırımıza doğru yola çıkıyoruz. Çadırın içi oldukça rahatsız..Sadece 1 tane matımız var, çadır kurarken taşları da iyi toplayamamışız, uyku problemi çekiyoruz. Zaten uyuyup rüya görmemize falan da gerek yok, bu yolculuk boyunca biz zaten rüyadayız...2. etabın sonu.