30 Eylül 2011 Cuma

Likya Yolu (Gavurağlı-Kınık)

   O kadar keyifli bir yoldan başladı ki yolculuğumuz..Ta ki telefonum çeker çekmez İstanbul'dan Galatasaray'ın 2-0 mağlup olduğu haberi gelene kadar. Resmen moralim bozuldu ama çam kokuları eşliğindeki bu yolculukta unutmak çok da fazla sürmedi..
Hafif ve bizi fazla zorlamayan bir tırmanıştan sonra 12 kilometrelik uzunluğuyla dünyanın en uzun doğal plajlarından biri olan Patara'nın en uç noktasının manzarası bizi karşılıyor. Aşağıda gördüğümüz antik kalıntılar, Özlen Çayı ve uçsuz bucaksız kumsal manzarası burada 1 saat kadar mola vermemize sebep oluyor. Vedalaşıp gidemiyoruz çünkü..
Yukarıdan  aşağısı oldukça yakın gibi gözükse de aşağıya inmek pek de kolay olmuyor.. Bu sırada planlarımızda ufak da bir değişiklik yapıyoruz. Normalde bu gece Kınık'ta konaklayıp yarın sabah erkenden Olympos'a gitmeyi düşünmüştük ama Kınık'ta konaklamayı pas geçip akşam direk Antalya'ya geçmenin daha mantıklı olduğu aşikardı. Böylece 1-2 gün dinlenip, gereksiz eşyalarımızı bırakıp dinç bir şekilde Olympos-Yanartaş arasını yürümeye başlayabilirdik. Hemen Antalya'ya telefonlar edildi, yemek siparişleri verildi ve gece klimalı bir odadaki deliksiz uykunun hayalleri kurulmaya başlandı. Tempolu bir yürüyüşten sonra artık deniz seviyesindeydik.. Burada Pdynai antik kentinden kalma birkaç eski kapı bizleri karşıladı. Pdynai Likya uygarlığı zamanında Patara kentini korumak için kurulmuş askeri bir uç birliğinin yaşadığı alanmış. Patara, Likya şehir devletlerine bir dönem başkanlık yaptığı için oldukça önemli bir kent ve çevresinde bu tip askeri birliklerin yaşadığı ufak kentler mevcut. Pdynai'nin girişindeki yazı bizi öyle bir güldürüyor ki sormayın, bu nasıl bi espri anlayışıdır anlayamıyoruz, gerizekalı çok bu memlekette.
Artık Özlen Çayı'nın denizle buluştuğu noktadayız..Pek de sağlam olmayan köprüyü geçiyor ve kumsala ulaşıyoruz..İlk işimiz direk dondurmalara saldırmak oluyor...Sonrasında ise konservelerimizi yiyip yola devam etmek gibi bir planımız var fakat yaklaşık 1 haftadır çantamızda bulunan barbunyalarıımz güneşten fazla etkilenmiş olacaklar ki bozulmuşlar, kötü bir koku yayıyorlar. Onun yerine tost sipariş ediyoruz. Yemekleri yedikten sonra "abi 10 dakikada olsa girelim şu denize" diyorum. 10 dakika oluyor 1.5 saat..

Bundan sonra yolumuz dümdüz Letoon'a doğru devam ediyor. Herhangi bir tırmanma ya da yokuş aşağı inme gibi bir durum yok. Çöl gibi bir araziden yola devam ediyoruz...Bu yol bizi oldukça yorduğu ve fazla zamanımız da kalmadığından dolayı Letoon'a 1 kilometre kala pes etmek zorunda kalıyoruz. Aksi takdirde Antalya'ya giden otobüsü kaçıracağız. Patara kumsalında harcadığımız 1 saat Letoon antik kentini gezemememize sebep oluyor. Pişman mıyız diye sorarsanız, hayır değiliz..Yine de Letoon'daki antik tiyatroyu fotoğraflama şansına sahibiz..
Buradaki bir markette karşılaştığımız kendini oldukça uyanık sayan bir abi bizi 25 liraya Kınık'a kadar götürmeyi teklif ediyor. Hatta turistleri aynı yere 30-40 euro'ya götürdüğünü övüne övüne anlatıyor bir de. Pazarlık yapıyoruz acındırıyoruz kendimizi 15 liraya anlaşıyoruz. Atlıyoruz arabasına..Kınık otogarına vardığımızda ne kadar mantıklı bir iş yaptığımızı fark ediyoruz..Çünkü biz gara varır varmaz 10 dakika sonra Antalya minibüsü kalkıyor. Bu 10 dakika içinde Alman çiftle karşılaşıyoruz yine. Bir dertleri var yardımcı olmaya çalışıyorum. Taksici abi bunları yolda perişan bir halde bulmuş, alıp getirmiş. Yol tarif edip, biraz sohbet ediyorum, vedalaşıyoruz..Şimdi size 2 fotoğraf göstereceğim, yorgunluğu anlayabilmeniz açısından. Birisi minibüse biner binmez çekildi, bizimkiler ankara misket oynuyorlar. İkincisi ise yolculuk sırasında, top atsanız uyanmazlar.
                                                       








Ve Antalya'ya varış...Şerefe!!

26 Eylül 2011 Pazartesi

Likya Yolu (Boğaziçi-Gavurağlı)

   Saat 6.30 civarı uyanıyoruz. Bugün biraz geç kaldık çünkü kahvaltıyı 3 kilometre ilerideki Sidyma antik kentinde yapmak istiyoruz, olaya mistik bir hava katmak için. 7'de yoldayız. Sabahın ilk saatlerinin vazgeçilmez serinliği de bizlerle beraber yol boyunca..Sidyma içinde aynı zamanda bir de köy bulunan bir antik kent. Aslına bakarsanız buraya antik kent de dememek lazım. Sidyma sadece 4-5 tane lahitten oluşuyor. Bir kaç tane de yazılı taş. Zaten girişlerin ücretsiz olmasından da anlayabiliyorsunuz. Görülmeye değer çok bir şey olsaydı mutlaka bir giriş ücreti de olurdu diyoruz, antik kentin girişinde kahvaltılarımızı yapmaya başlıyoruz. Bugünkü sbah menümüzde köyden çıkarken yaptırdığımız ekmek arası patates kızartması ve domates var.
Sularımızı bitirmeyelim diyerekten boğazımıza takılma pahasına yemeklerimizi kuru kuru yemek zorunda kaldıktan sonra tekrar yola devam ediyoruz. Sidyma'ya doğru tırmanan patikada da yer yer işaretler kaybolabiliyor. Bu nedenle yola en az 3 kişi çıkmak gerçekten çok önemli. Bir kişi son işaretin olduğu noktada beklerken diğer 2 kişi farklı yönlere giderek işaret aramaya girişiyor ve doğabilecek zaman kayıpları ve kaybolmaların önüne geçilmiş oluyor. Sidyma'ya gelmeden önce biraz meraklanıyoruz. Bu merağın sebebi ise Boğaziçi Köyü'nde dinlediğimiz hikayeler. Orada anlattıklarına göre köyün yaşlılarından birisi gitmiş antik kalıntının üzerine ev yapmış. Salonunun ortasında lahit tarzı bir şey varmış. Bu nedenle yabancılara karşı oldukça hoşgörüsüzmüş, gelip de başıma iş açarlar diye. (Hiç bulaşmayın görmek falan istemeyin dediler, aslında çok enteresan bir fotoğraf karesi olabilirdi) Bir diğer merak ettiğimiz konu ise Sidyma'nın imamı. Elimizdeki kitaplarda yazılanlara göre bu köyün inanılmaz yardımsever ve canayakın bir imamı varmış. Sidyma'ya ulaştığınızda mutlaka bu imamla tanışılması öneriliyor. Biz de Boğaziçi Köyü'nde imamı soruyoruz, nasıl biridir diye ve imamın gönderildiğini öğreniyoruz. Köylülerin anlattığına göre Sidyma'nın yerlileri adamı çekememiş ve biletini kesmişler. Yerine yeni imam atanmış. İşin aslını Sidyma'da öğreniriz diyoruz biraz daha gaza basıyoruz..2 saatlik bir yürüyüşün ardından Sidyma'dayız. Burada ilk işimiz antik kalıntıları fotoğraflamak ardından da köyün camiisini bulmak.
Köyün içerine doğru biraz ilerlediğimizde cami karşımıza çıkıyor. İçeri girelim bakalım ne var ne yok diyoruz fakat caminin yeni imamıyla karşılaşamıyoruz. Caminin bahçesinde oturup soluklanıyoruz. Gavurağlı'na 20 kilometreden fazla yolumuz var. Geçmiş parkurlarda 2 kilometreyi 5 saatte çıktığımız yerler aklımıza geliyor acaba yetişemeyecek miyiz diye düşünmeden edemiyoruz. Biz bunları düşünürken Emir'in dünya umurunda değil, kedilerle oynuyor. Köyün bütün kedileri Emir'in yanında.. Uyarıyorum, "aman abi ne gerek var şimdi içli dışlı olma çok yaklaşma hayvanlara biri tırmıklayacak falan başımıza dert yakınlarda bir yerde sağlık ocağı gibi bir şey de yok, tadımızı kaçırma" diyorum, dinlemiyor.  Caminin çıkışındaki çeşmeye atıveriyoruz kendimizi..
Sidyma'dan çıktıktan sonraki hedefimiz Bel köyü. Aynı zamanda burada öğle yemeğimizi de halletmeyi planlıyoruz. 5 kilometreden biraz fazla yolumuz var. Normal olarak bir insanın ortalama yürüyüş hızı saatte 5 kilometre civarındadır. Fakat Likya Yolu'nda bu hıza aldanarak plan yapmak oldukça tehlikeli. Birincisi sırtınızda 10 kilodan fazla yük taşıyorsunuz. İkincisi parkur engebeli. Bu nedenle bazen saatteki yürüyüş hızınız 1 kilometreye hatta daha da aşağı düşebiliyor. Biz bu 5 kilometreyi 2 saatte yürümeyi planlıyoruz. Fakat işler pek de umduğumuz gibi gitmiyor. Belki de yol boyunca yaptığımız en büyük hatayı yapıp 2'ye karşı 1 oyla Bel'e kadar Likya Yolu'ndan değil de asfalt yoldan yürüme kararı alıyoruz.. Oldukça demokratik bir gurubuz. Genelde Emir ile Hasan tam zıttı şeyleri istiyor. Son kararı ben vermiş oluyorum, göstermelik demokrasi işte :) Bu kararın sonrası ise tam bir azap. Asfalt yoldan yokuş yukarı güneşin en dik geldiği saatlerde yürümek zorunda kalıyoruz. Sinirlerimiz bayağı geriliyor. Hatta daha önce çektiğimiz skeçlerde esprisini yaptığımız sopa fırlatma olayları gerçek bile oluyor. Tartışma konularımız ise içinde bulunduğumuz sinirsel gerginliği tanımlaması açısından oldukça aydınlatıcı: "yeter ulan yürümüyosun koşuyosun sanki yavaş biraz biiippp" Daha sakin olan tarafın alttan almayı, kızgın olan kişinin ise özür dilemeyi gayet iyi bilecek olgunlukta olması bu tartışmaların üzerinden kolaylıkla gelmemizi sağlıyor.. Bu zorlu yoldan sonra tekrardan Likya Yolu tabelası karşımızda, mutluyuz..
Kalan 3 kilometrelik yolumuzu da aldıktan sonra Bel köyündeyiz. Karnımızı bayağı bir aç. Yine gördüğümüz ilk eve dalıveriyoruz ya da davet ediliyoruz diyelim kibarca. Ama bu sefer önlemimizi alıyoruz "karşılığını vereceğimizi" peşinen belirtiyoruz yine daha önceki gibi bir kararsızlık yaşamamak için. Yemek menüsünü hatırlayamıyorum. Çok hoşuma gitmemişti ama o aklımda. Mecburuz, yemek zorundayız. Yemekten sonra teyzemiz bize köyde yaşanan son gelişmelerden birkaç satır anlatmaya başlıyor: "Köyde bi çocuk vağdı askere gitti geldi delirdi çocuk gomutanın hanımı büyü yapmış buna" İnsanlar hayatlara ne kadar farklı pencerelerden bakabiliyor diyip şaşırıyoruz. Teyzemize veda vakti, teşekkür ettikten sonra Belceğiz'e doğru yola koyuluyoruz.
Bel-Belceğiz arasındaki yol oldukça kolay ve keyifli. Şarkılar, türküler eşliğinde yürüyoruz. Nefesimiz de kesilmiyor hem bu sefer :) Bu keyifli anlarda Belceğiz'den sonraki rotada başımıza neler geleceğini kestiremiyoruz tabi tam olarak :) Artık Belceğiz'e doğru çok az bir yolumuz kalmışken bir şey dikkatimiz çekiyor. Şekil-A'da olduğu gibi bu yollar ne zaman ikiye ayrılsa Likya Yolu nedense hep yukarı doğru devam ediyor. %80 böyle :)
 Artık son mutlu mesut yürüyüş anlarımız.. Likya Yolu'nun en tehlikeli noktasındayız. Gavurağlı'na doğru inişe geçiyoruz, 500 metreden. Yol demeye bin şahit. Hep bizimle beraber olan patikalar artık yok. Yalnız işaretler çok daha sık. Zaten sık olmasa yol da belirgin olmadığından dolayı çok zor burayı geçmek. Trekking olayını aşıp dağcılık boyutuna geçiyoruz şu an. Hedefimiz deniz...

Yolun en başlardaki kısmı oldukça tehlikeli. Yürürken duyduğumuz domuz sesleri de çabası. Bu ürkütücü ortamdan dolayı çok zorda kalmadıkça mola da vermiyoruz fotoğraf da çekmiyoruz. Ancak yolu kolayladıktan sonra birkaç kere deklanşöre basma fırsatımız oluyor..
Nihayetinde Gavurağlı Köyü'ne varıyoruz. Yol üzerinde pansiyon tipi bir taş eve rastlıyoruz. Hoşumuza gidiyor aslında ama fiyat biraz uçuk 40 tl. Köydeyiz la köyde ne 40 lirası. Yola devam edip denize gitmek istiyoruz ama yol gözümüzde büyüyor. Hedefimize de ulaşmışız girip odamızda dinlenelim diyoruz ve ilk gördüğümüz bize 40 lira fiyat çeken eve geri dönüyoruz. Velhasıl 25 liraya anlaşıyoruz. Akşam yemeği ve sabah kahvaltısı dahil. Üçkağıtçı yahu bu köylüler. Duşumuzu aldıktan, kıyafetlerimizi yıkayıp astıktan sonra yemeğe geçiyoruz neyse ki abinin sohbeti iyi. 25 liranın 5 lirasını sohbet için vermişiz gibi düşünebiliriz yani :) Yemekte yine fasulye var. Bu köy evlerinde fasulyeden başka bir şey yenmiyor, anlıyorum. Bu kaçıncı fasulye yeter artık diye geçiriyorum aklımdan. İstanbul'a dönünce de ilk işim anneme, ikinci bir emre kadar fasulye yapmasını yasaklamak oldu zaten. Başlıyoruz sohbete. "Sidyma'nın imamı" olayını da burada açıklığa kavuşturuyoruz. Sıdiğğğğma'da (abimiz aynen böyle telaffuz ediyor:D) köylüler oda kiralama işine girmişler. Bu işteki parayı gören sevgili cami imamımız da geri kalmamış o da başlamış oda kiralamaya. Oda kiralama dediysem öyle değil. Adam turistleri camide yatırıyormuş para karşılığı:) 2 çayı da 5 liradan satıveriyormuş. Turistlere özgü namaz taklidi de bedava. Yavşağın en önde gideniymiş anlayacağınız :) Bayağı bi gülüyoruz vay be işin aslı böyleymiş demek diye. Arıların arasından odamıza doğru geçiyoruz. Arı deyince aklıma geldi. Buraya şu uyarıyı yazmazsam olmaz. Arıdan korkan veya alerjisi olan birinin bu yola çıkmaması önemle duyurulur. Çünkü tahminlerime göre dünya arı nüfusunun %99'u Likya Yolu üzerinde yaşıyor. Çeşmelerden su almak için kendilerinin arasına dalmak lazım. Yok ben susuz da yaşarım derseniz kendi bileceğiniz iş. Arıların iğnelerinin 5 metre öteden görülebildiğini ve hayatımızda görmediğimiz kadar büyük arılar gördüğümüzü ekleyelim..5. etabın sonu..

25 Eylül 2011 Pazar

Likya Yolu (Kabak Koyu-Boğaziçi)

   Sabahın ilk ışıklarını görmeden uyanıp, çadırımızı toplamamız lazım. Bugün hedefimiz Boğaziçi köyü. Oldukça uzun bir etap. Normalde kitapta 2 günde yürünmesi gereken parkurlardan biri olarak gösterilen bu parkuru 1 günde yürümeye karar veriyoruz. Ekstra bir performans göstermemiz gerekiyor anlayacağınız. Kitap da bu zorlu yolculuğun işaretlerini bize şu cümleler ile veriyor zaten: " Mutlaka karnınızı iyice doyurun. Çünkü başınızın üzerindeki bulutlarla aynı boydaki bir dağa, Alınca'ya tırmanacaksınız. Yani yediğinizin he zerresine ihtiyacınız olacak" Alınca 850 metre yüksekliğinde bir dağ. Biz ise deniz seviyesindeyiz. Yolumuz zor, vaktimiz az deyip konservelerimizi çıkarıyor, ton balık-küflü ekmek kombinasyonuyla kahvaltımızı yapıyoruz. Yolculuk vakti..Yol üzerindeki performansımıza bağlı olarak vadi içerisindeki şelaleye de ufak bir yürüyüş yapabiliriz belki diye düşünüyor sonra vazgeçiyoruz. Ne kadar haklı olduğumuzu ise dağa tırmanırken anlıyoruz. Çünkü şu anda Likya Yolu'nun en zor etaplarından birini hatta Tahtalı Dağı (2200m) etabından sonraki en zor etabını yürüyoruz.
Yol üzerindeki dere yatakları kurumuş. Eğer bu dereler akıyor olsaydı nasıl geçerdik diye düşünmeden de edemiyoruz. Çantalarımızı indirip daha sonra kendimizin karşıya geçmesi gerekiyor. Başlarda bu tip atlamalı, zıplamalı yürüyüş parkurları hoşumuza gitse de yürüdükçe zorlaşan bu yol bizi oldukça zorluyor.     O kadar yoruluyoruz ki ilk günlerde 50 dakikada bir verdiğimiz molalar bu parkurda 10 dakikada bir seviyesine kadar geriliyor. Tırmanışlı parkurlarda sohbet etmek de pek mümkün olmuyor çünkü direk nefes nefese kalıyorsunuz. Bir mola yerinde kitabımızı açıyoruz, tırmanışımızın sonunda göreceğimiz manzaraya bakıyoruz, tekrar devam ediyoruz..Yol üzerindeki en büyük motivasyon kaynağımız bu.. Derken yoldaki işaretler yer yer silinmeye başlıyor. Oldukça da ürkütücü bir yerdeyiz. Ve nihayet beklenen oluyor yol işaretlerini kaybediyoruz. Birtakım mahlukat sesleri -ki biz onları "dalga" diye nitelendiriyoruz- de cabası. Neyseki o mahlukatlar dağ keçileri çıkıyor.
"Deliler" şarkısının başka bir versiyonuyla "keçilerden sen anlarsın konuş onlarla" deyip Emir'i keçilerin arasına yol bulmaya gönderiyoruz. Emir'in yarım saate yakın süren bu işaret arama çabası sonuçsuz kalıyor. Umutsuzca ne yapacağız şimdi diye düşünürken oturduğum yerden kafamı sağa çevirmemle işareti görüyorum. Yaptığımız saçmalıklara gülüyoruz. Gözümüzün önünde işaret varken gidip yarım saat dağlarda, tepelerde aramamıza..Tam bu sırada Alman bir yürüyüşçü çift ile yolumuz kesişiyor. Kendileri biraz çekingen, korkuyorlar sanki bizden :) Alman çifti daha fazla korkutmamak için bizi geçmelerine izin veriyoruz, mola bahanesiyle. Yollarına devam ediyorlar. Daha sonra kendileriyle güzel bir yol arkadaşlığımız oluştu orası ayrı konu.Ve dün serin sularına kendimizi bıraktığımız Kabak Koyu bu defa farklı bir açıdan karşımızda..
Kabak Koyu'na son bir kez daha bakıp, nefesimizi topluyoruz. Son bir gazla Alınca Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz. Tırmanışın 600 metresini bitirdik 200 metre daha yukarı çıkacağız. Velhasıl 2 kilometrelik yolu ancak 5 saatte çıkabiliyoruz. Alınca Köyü önümüzde..Yazının girişinde de bahsettiğim gibi normal şartlarda burası bir günlük parkurun sonu fakat biz uygun bir yerde öğle yemeği bulup yola devam etme niyetindeyiz. Alınca Köyü'nün girişindeki manzaralarda fotoğraf çekinmeyi ihmal etmiyoruz tabii ki. Emir keyifli keyifli uzanarak sigarasını tüttürüyor biz de Hasan ile nefes topluyoruz..
Alınca'nın köy çeşmesinde sularımızı doldururken, köylü bir çocukla sohbet ediyoruz biraz..Galatasaray formasıyla gezmesi de sempati uyandırıyor tabii ki 3 Galatasaray taraftarında. Kendisi burada yemek yiyecek bir yer bulamayacağımızı ama köylülerden istersek yardımcı olabileceklerini söylüyor. Biz de iyi o zaman diyip köyün içine doğru uzanıyoruz ve gördüğümüz ilk eve giriş yapıyoruz. "Pardon teyze burada yemek yiyebileceğimiz bir yer var mı acaba?" diye sorduğumuz soru aslında "Abla çok açız bize yemek versene" şeklinde algılanmış olacak ki eve davet ediliyoruz.( Pek de yanlış algılanmamış) Sağolsunlar soframızı hazırlıyorlar. Biz de yemeğe oturuyoruz. Burada adını tam olarak bilemediğim ama çok hoşuma giden bir yemek yiyorum. Emir'lerin köyde falan yapıyorlarmış bundan tarifini öğrenip anneme yaptıracağım :)
Yemeğimizi bitirdikten sonra çaylarımızı da içiyoruz. Sohbet ediyoruz teyzemiz ve kızıyla. Ben ufak çocuklarla oyun oynuyorum biraz. Kafamızda ise tek bir soru "Acaba bir karşılık bekliyorlar mıdır?" Kitaplardan ve bloglardan okuduğumuz kadarıyla cevap hayır. En sonunda para teklif etmemizin yakışıksız kaçacağını düşünüp çocuklara gofret ikram ederek en azından onları mutlu edelim deyip evden ayrılıyoruz.. Bu sırada Alman çiftle yeniden karşılaşıyoruz. Bana yol soruyorlar, onları önce çeşmeye götürüyor sonra da gidecekleri yol ayrımına bırakıyorum. Burada Likya Yolu ikiye ayrılıyor. Biri Gey Köyü'ne doğru güzel manzaralar eşliğinde devam ediyor.(Almanlar burayı tercih etmiş) Biz ise içerisinde bir market ve konaklama imkanı bulunan Boğaziçi Köyü'nü tercih ediyoruz. Azıklarımız tükenmek üzere çünkü. Alınca Köyü'nün çıkışında ise yine bizleri harika manzaralar karşılıyor.
Alınca Köyü'nden çıktıktan sonra haritamıza göz atıyor ve köyün yanından geçen asfalt yolun bizi Boğaziçi'ne kadar götüreceğini tahmin ediyoruz. Nihayetinde asfalt yola çıkmaya karar veriyoruz. Güneşin altında, asfalt bir yolda yürümenin zorluklarıyla ilk burada karşılaşıyoruz. Yürüyüş pantolonlarımız birden şortlara dönüşüveriyor :) Uzun ve zorlu bir yürüyüşün ardından Boğaziçi Köyü'nün girişindeki Avlan Mahallesi'ne varıyoruz. Buradan 1-2 km daha yolumuz var..Çok yorgunuz. Pencerelere çıkıp bizi evlerinde ücretli olarak kalmaya davet eden köylüleri zor da olsa reddediyoruz. Hedefimize ulaşmamız lazım çünkü. Bir yanımız da ne olacak 1-2 kilometreden girin içeri yatın diyor. Yola devam ediyoruz. Yolda gördüğümüz bütün köylülerle selamlaşıyoruz. Bir teyzenin inanılmaz hızlı konuşarak "içerigeliverin çay içerig, kola satarık" cümlesi tam anlamıyla kopmamıza sebep oluyor. Bu sözün makarasını 1 hafta boyunca devam ettiriyoruz :) Tam insanlık ölmüş derken. Yol kenarında yaşlı bir amcayla karşılıyoruz. Bizi evine davet ediyor hem de bir şey talep etmeden, şaşırıyoruz. Çünkü yola çıkmadan bizim öğrendiğimiz şey "Rakım azaldıkça insanlık da azalır" tarzında bir çıkarımdı. Biz ise bu çıkarımı "yaş azaldıkça insanlık da azalır" diye yeniden düzenliyoruz. Çünkü nerede eski toprak birini görsek içtenlikle, sıcak kanlılıkla bizle sohbet ediyor , evine buyur ediyor. Nerede böyle orta yaşlı köylüler varsa çıkar peşinde, bir şeyler satma amacında. Onları da anlamaya çalışıyoruz. Tarım bitmiş, hayvancılık bitmiş, hiçbir gelir kaynağı yok evlerine ekmek götürmeye çalışıyorlar diyor biraz da üzülüyoruz. Derken Boğaziçi Köyü'nün girişindeyiz..Eski bir lahit görüyoruz. Bizimkiler dua ediyor:)
Köy bakkalını aramaya koyuluyoruz. Bakkal dediysek öyle lüks beklemeyin. Oldukça mütevazi bir bakkal bu ama ihtiyaçlarımızı görebiliyoruz. Bu sırada köy evlerinden biriyle de anlaşıyoruz gecelik 15 liraya. Bize bir oda, akşam yemeği ve sabah kahvaltısını veriyorlar. Hatta odamızdaki küçük televizyonda LigTV bile var. Dünyanın en pis banyosunda duş almak zorunda kaldıktan sonra( evet dünyanın en pis yerlerinden biriydi güveler mi dersiniz, kokular mı dersiniz nasıl orada duş aldık hala anlayamıyoruz) bu da bir tecrübedir deyip odama çekiliyorum. Bizimkiler aşağıda köylülerle sohbet ederken ben odada Beşiktaş maçını izlemeye koyuluyorum. Akşam yemeğimizde ise fasulye ve patates kızartması var. Yer soframızda yemeğimizi yedikten sonra uyku vakti..Tam tepemde bir kertenkele dolaşıyor olmasına rağmen uykuya dalıveriyorum..Amann tek sorunumuz kertenkele olsun..3.ve 4.etabın sonu.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Likya Yolu (Faralya-Kabak Koyu)

   Son yazımı "uykuya dalıyoruz" diye bitirmiştim ama aslında öyle direk uyumadık. Hasan ile 1-2 saat sohbet ettik yine dönüp durduk yataklarda. Esas mesele Emir'in uykusuydu. Açık ve net idddia ediyorum ki Emir dünyanın en hızlı uyuma rekorunu kırdı. 30 saniye. Çok ciddi yazıyorum bunu. 30 saniyede uyudu. Yataklara uzanalı 30 saniye olmuş Emir'e çok sıradan bir şey söylüyorum ama cevap gelmiyor. İtiyorum, dürtüyorum bir türlü inanamıyorum uyuduğuna :) Yani demek istediğim işin keyif kısmı çok güzel ama oldukça da yorucu..Neyse sabah oluyor uyanıyoruz. Bugünkü parkur yolculuk boyunca yürüyeceğimiz en kısa parkur; tahminen 3-4 saat sürecek, öğlen Kabak Koyu'nda olacağız. Kahvaltımıza oturuyoruz. %100 köy kahvaltısı önümüzde..
Resimde de görüldüğü üzere akşam 30 saniyede uyuyan sabah kalkmak bilmeyen ve yola çıkmadan önce Nazım Kırali'yi; yok çadır kurmaz, yok iş yapmaz şeklinde basitttt,sığğğ esprilerle kamuoyu önünde rencide etmeye çalışan Emir Türker, hem saat 8 de uyanıyor hem de 1 saat keyifli keyifli kahvaltı yapıyor..Bense biraz daha survivor ruhuna uygun takılıp hafif bir omletle geçiriyorum kahvaltıyı..Emir efendinin keyfinin bitmesini beklerken saat 9 oluyor, öğle sıcaklarına yakalanmamak için bir an önce yola çıkmamız gerek artık.. Kabak Koyu'na 7 kilometre yolumuz var...

1 saatlik biraz yorucu ama ormanın içinden geçen bir parkurun ardından bir tepeye varıyoruz. Mola sırasında güneş gözlüğümü bulamıyorum. Herkesin biraz suratı düşüyor. Çantamı olduğu gibi boşaltıyorum ama bulamasam da geri dönüp Faralya'da aramak gibi bir niyetim yok hiç. Zaten ameliyat olacağım bir daha gözlük kullanmam tarzı düşüncelerle kendimi avuturken, en olmadık yerde gözlüğümü buluveriyorum. Tekrar yüzler gülüyor :) Güneş gözlüğü de yolculuktaki en önemli eşyalardan biri. Güneş tepeye çıktığı andan itibaren mutlaka takmak gerekiyor yoksa oldukça rahatsız edici..

Gözlük aramada yaşadığımız vakit kaybının ardından tekrar yola devam ediyoruz.. Parkur kısa olduğundan oldukça rahatız bu yolda. Kafamıza estiği yerde mola veriyoruz, ufak skeçler çekip kendimizi eğlendiriyoruz sonra tekrar yola devam diyoruz. Şimdi de Emir'in ufak bir problemi var. O da ders kaydı. Telefonla Zemfira'ya ulaşıp internetten bazı şeyleri halletmeleri gerekiyor. Yol boyunca çeken telefonlarımız şanssızlıktır ki bulunduğumuz noktada hiç çekmiyor. Hem Vodafone hem Turkcell. Birimiz tepeye çıkıyoruz, birimiz başka tarafa gidiyoruz, hat yakaladığımızda ise kıpırdamak yasak :) Emir'e eyvah ders seçemezsen kaydını silerler, okuldan atarlar şeklinde biraz takıldıktan sonra nihayet Emir'in işi de halloluyor. Gönlümüz rahat, oldukça keyifli bir yoldan yürüyüşümüz tekrar başlıyor.

Sonunda Kabak'a varıyoruz. Kabak köyündeki pansiyon sahibi bir amca bizi yanlış yönlendirmeye çalışıyor. "Buradan aşağı yol yok, inemezsiniz, bugün burda kalın. Çantalarınızı bırakın aşağı inin" diyor. Ama gelmeden önce oldukça iyi hazırlanmış olduğumuzdan dolayı etraftakileri takmıyor, kitabın bize gösterdiği hedef doğrultusunda ilerliyoruz. Zaten amcanın sözlerindeki çelişkiler yumağı bizi direk o yola götürüyor. Başta yol yok inemezsiniz deyip, sonra çantaları bırakıp inin demesi gibi. Sinirleniyoruz biraz. Bizim bildiğimiz temiz ve iyi kalpli köylü insanlarının işi bu kadar ticarete dökmüş olmaları canımızı sıkıyor ta ki Kabak Koyu'nun muhteşem manzaraları bizi karşılayana kadar..Aslında koya hiç inmeyip, Kabak Köyü'nün üzerinden direk Alınca'ya geçme ihitmalimiz de var ama denizin turkuaz rengi bu ihtimali direk ortadan kaldırıyor. Manzaraya karşı biraz oturuyor, sohbet ediyoruz. Bu sırada Hasan'ın yaptığı BDP'li milletvekili taklitleri bizi güldürüyor, enerji topluyoruz.. Aşağı inmek için hazırız..Yalnız yolda ufak tefek sorunlar var bir noktadan sonra işaretler, yol yapımından dolayı silinmiş. Hasan Emre son işaretin olduğu noktada bizi bekliyor, Emir ile ben farklı yollara gidip işaret arıyoruz fakat çabalarımız sonuçsuz..Biz anayolu takip edelim elbet bu yol bizi denize götürecektir diyor, devam ediyoruz. Nitekim bir süre sonra da denize varıyoruz. Kırmızı-beyaz Likya Yolu işaretleri sahilde..Saat 2 civarında Kabak Koyu'na ulaşabildik. Bikinili, mayolu insanların arasından sırt çantalarımızla, pantolonlarımızla geçerken biraz garipseyen bakışlara maruz kalıyoruz..Hoşumuza da gitmiyor değil aslında..Vadinin içine doğru uzanıp çadır kuracak alan arama çalışmalarına girşiyoruz. Daha sonra bulduğumuz en uygun alanda çadırımızı kurma çalışmaları..Dediğim gibi yola çıkmadan önce "çadır kuramaz" diye eleştirilen ben de elimden geldiğince arkadaşlarıma yardım ediyorum. Aşağıdaki fotoğraf da kanıtıdır. Tabii ki bu çadır kurma işinde Emir'in çabaları yadsınamaz. Aslan payı kendisinin, teşekkür ediyoruz uğraştığı için.
Çadırımız da hazır olduğuna göre artık rahatız diyor, mayolarımızı giyip denize doğru uzanıyoruz...Kabak Koyu tesisleşmenin kesinlikle yasak olduğu bir koy.. Burada şezlong, şemsiye, masa gibi şeylerle karşılaşmanız imkansız. Var olan tek tesisler, vadinin içinde yer alan ahşap bungalovlardan oluşan kamplar. Tatil için Kabak Koyu'nu seçen insanların çoğu ise "entel" olarak tabir edebileceğimiz üst gelir grubundan aynı zamanda da doğayla başbaşa olmayı seven tiplerden. Bunu insanların yürüyüşünden, konuşmalarından bile anlayabiliyorsunuz. Değerli eşyalarımızı çadırımızda bırakmak gibi bir lüksümüz olmadığından hepsini bir torbaya doldurup yanımıza alıyoruz. Dolayısıyla denize girerken de 3'ün 2'li kombinasyonlarını uygulamak durumundayız. Birimiz her zaman eşyaların başında.. Pek de bir önemi yok. Zaten denize girdiğimiz andan itibaren birbirimizle pek ilgimiz de yok. Uzanıp denizin içinden vadiyi seyredalıyoruz..Yine tam da bu seyir dakikalarından birinde başıma enteresan bir olay geliyor. Dünya literatürüne "denizde köpek tarafından kovalanan ilk insan" olarak geçiyorum. Neyse ki hızlı yüzücüyüm de kaçabiliyorum. Kıyıya çıkınca da peşimi bırakıyor mahlukat. Sahibi ve bizimkiler "oynamak istiyor senle" falan deseler de hayvanın bana doğru yüzerek gelişi pek öyle değildi diyorum, gülüyoruz. Biraz dalga geçiyorlar benle.

Yüzme keyfimizin ardından, duşlarımızı alıyoruz ve tekrar sahile iniyoruz. Burada bir arabada köfte-ekmek yapan bir yer görüyoruz. Oturuyoruz önüne attığı masalara. Ayran istiyoruz üçümüz de ama yine ufak bir sorun. Ayranların son kullanma tarihi 2009 yılına ait. Adama tepki gösteriyoruz savunması ise gayet ilginç oluyor "Valla onlar bugün geldi, öyle yazıyolar üstüne 2009 diye" şeklinde bir cevap. Bir de utanmadan siz bilirsiniz diyor. Yine lanet ediyoruz, o kadar sinirliyiz ki adamla kavga falan etmeyelim diye kalkıyoruz hemen oradan, çadırımıza doğru yola çıkıyoruz. Çadırın içi oldukça rahatsız..Sadece 1 tane matımız var, çadır kurarken taşları da iyi toplayamamışız, uyku problemi çekiyoruz. Zaten uyuyup rüya görmemize falan da gerek yok, bu yolculuk boyunca biz zaten rüyadayız...2. etabın sonu.

23 Eylül 2011 Cuma

Likya Yolu (Hisarönü-Faralya)

   Yolculuğumuza başlamak üzere Fethiye'deyiz artık. Yola çıkmadan önce bineceğimiz otobüsün plakasının 34 END 55 olduğunu görmek bizi biraz gerse de sağ salim ulaştık. Düşünsenize hem "end" yazacak hem de "55" Sabri'nin forma numarası, tam vukuatlık bir plaka no. Fethiye Otogarı'nda indikten sonra halletmemiz gereken ufak tefek işleri yapmaya koyuluyoruz. Emir'in şehir merkezine inip bir mat bulması gerek, Hasan'la benim de akşam kalacağımız pansiyonu ayarlayıp Likya Yolu'nun nereden başladığını bulmak ve sabah yolu aramakla oluşabilecek vakit kaybını ortadan kaldırmamız...Minibüste karşılaştığımız bir adamın Likya Yolu'nun başlangıcındaki otelde garson olduğunu öğreniyoruz ve düşüyoruz peşine. Sağolsun bizi başlangıç noktasına kadar götürüyor. Bir nevi sırtımızda çantalarımızla birlikte yarınki yol için hazırlık yapıyoruz. Fakat işler pek umduğumuz gibi gitmiyor. Daha yolun başlangıcına gelmeden tırmandığımız bayır bizleri fena yoruyor hadi kendimi boşveriyorum da Hasan'ı nefes nefese görünce söylemeden edemiyorum. Bu yolu zorla yürümeyeceğimizi eğer yürümek istemezse sorun olmayacağını falan anlatıyorum. Tabii ki reddediyor. O da oldukça kararlı. Bu nefes nefese kalma olayları biraz canımızı sıksa da uygun bir pansiyon buluyor ve Ölüdeniz'e iniyoruz. Emir de burada katılıyor bize fakat mat bulamamış. Yarın ola hayrola deyip bu sorunu da kafamıza takmıyoruz. Ölüdeniz'de vakit geçirirken yarın yürüyeceğimiz patika yolların manzaralarına bakıp keyifleniyoruz. Şimdi alışveriş vakti.. Alışveriş dediğim öyle İstanbul'a hediyelik eşya falan değil tabii ki yolda lazım olabilecek konserve ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. 2 gün boyunca hiçbir yerleşim yeri bulamasak da bizi doyuracak kadar konservemiz yanımızda. Ton balık, barbunya, yaprak sarma vs. Şarabımızı da unutmuyoruz elbette :) Akşam Hisarönü'nde ufak bir turun ardından istikamet odamız..Gece hayatı son hız devam ederken yataklarımıza dönmek biraz koysa da yapacak bir şey yok yarın sabah 6'da uyanmamız gerek.. Tam "oh be şimdi güzel bir uyku çekeyim yarın yolculuk vakti" derken bir problemle karşılaşıyorum. "Rum" diyorum çünkü problemin kaynağı sevgili oda arkadaşlarım Emir ve Hasan. Gece boyu yok efendim sivrisinek varmış yok efendim uyuyamıyorlarmış tarzı tepkilerle sivrisinek avına girişiyorlar kendileri. Arada bir uykumdan kalkıp hakaret dolu kelimeler kullansam da iflah olmayıp, sinek avına devam ediyorlar. Duvarlara yastık fırlatmalar mı sandalye tepelerine çıkıp zıplayıp sinek öldürmeler mi dersiniz..Kendileri 100'den fazla sineğin eli kanlı katilleridir duyurulur. Sonuçta öyle ya da böyle sabah oluyor, sabah oluyor dediğim daha güneş doğmamış, uyanıyoruz...

   Güneş doğmadan uyanmamıza rağmen biraz dağınık insanlarız toparlanıp, sularımızı alıp yola çıkmamız saat 7'yi buluyor. 15-20 dakikalık bir yürüyüşle yolun başlangıcındayız. Zeytin, reçel ve ekmekten oluşan kahvaltımızı girişteki masada yaptıktan sonra "start" noktasının önündeyiz.. Yolun ilk 1 saati oldukça kolay. Ağaçlarla kaplı düz bir yoldan ilerliyorsunuz o anda ağaçların önemini pek anlayamasak da daha sonraki etaplarda farkına varıyoruz.. O serinlik muazzam bir şey..Derken Ölüdeniz bizleri selamlıyor...Sağımıza Ölüdeniz manzarasını alarak tırmanışa geçiyoruz..Ölüdeniz'in kartpostallarda yer alan fotoğrafları da bizlerin bulunduğu noktalardan çekilmiş..Tam nefes nefese kalmış yorulmuşken kafamızı sağa çevirip denize bakıyor, güç topluyor yola deva ediyoruz..
Denize veda edip, iç bölgelere doğru ilerlemeye başlıyoruz. Yaklaşık yarım saatte bir karşımıza çıkan sarnıçlarda mola veriyoruz. Yeterince suyumuz olduğundan sarnıçlardaki sulardan içmemeye karar verip sadece elimizi yüzümüzü yıkıyor, bandanalarımızı ıslatıyoruz. İlk hedefimiz Kozaağaç Köyü.. Elimizdeki kitapta anlatılanlara göre dünyanın en misafirperver insanları olan Kozaağaç köyünün sakinleriyle tanışmak için sabırsızlanıyor biraz daha gaza basıyoruz. Fakat yolda karşılaştığımız şeyler canımızı sıkıyor. Neden ve nasıl yapıldığına bir cevap bulamadığımız terkedilmiş inşaatlar doğanın tam ortasında bizleri karşılıyor..Biraz küfür edip yola devam ediyoruz.. Bu inşaatlar için gerekli izinleri kim vermiş anlamak mümkün değil..
Karşılaştığımız bu kötü manzaradan sonra 40 dakikalık bir yürüyüşle Kozaağaç Köyü'ndeyiz. Fakat burada o kitapta bahsedilen yardımsever insanlarla karşılaşamıyoruz. Köy adeta terkedilmiş gibi kimsecikler yok..Kozaağaç Köyü, yol üzerindeki ilk yerleşim birimi olduğundan dolayı burada yolu yürüyen diğer insanlarla tanışıyoruz. Köylüler hala ortada yok. Bir İngiliz ve Bir Türk yürüyüş grubuyla selamlaşıp yolu tek başına yürümeyi tercih eden Derrick ile sohbete koyuluyoruz. Kendisi çoğu kişinin cesaret edemediği şeyi yapmış tek başına 1 ay boyunca yolun tamamını yürümeye karar vermiş. Daha fazla konuşup speaking geliştirmeyi planlasak da yol bizi bekler.. Düşüyoruz tekrardan yola..

Yol üzerinde yine ufak bir çeşme önünde mola veriyoruz. Mola sırasında ise yapmamız gereken işler var.Etraftan topladığımız sopaları çakılarımızla yontup, baton haline getiriyoruz. Bu sopalar bize oldukça yararlı oluyor..İyi ki yapmışız diyoruz... Sıradaki hedef Kirme..Artık öğle saatlerine doğru yaklaştığımızdan dolayı öğle yemeğini burada yemeyi planlamıştık.. Programa uygun bir şekilde 12.30 civarı Kirme'ye ulaşıyoruz. Yol üzerindeki teyzenin bize gösterdiği yerde konservelerimizi çıkartıp öğle yemeğimizi yemeye başlıyoruz. Menüde yaprak sarma, dankek ve su var.
   Yemekten sonra 5 dakikalık bir yürüyüşle Kirme köyünün içine doğru uzanıyoruz. Köy dediysem bildiğiniz köylerle karıştırmayın buraları.. Bizim bildiğimiz köylerde 15-20 hane olur, bakkal olur, bir köy kahvesi olur.. Fakat yol üzerindeki hiçbir köyde -Kirme dahil- bahsettiğimiz yaşam belirtilerine rastlamadık. Kirme de 5-6 haneden oluşan bir köy..Köyde genç nüfus yok denecek kadar az. Tam "hadi yolumuza devam edelim az kaldı" derken köy evlerinden birine davet ediliyoruz. 84 yaşındaki Hayri amcamız bizi evine buyur ediyor ve başlıyor askerlik anılarını anlatmaya..Köy ve yol hakkında biraz bilgi alıyoruz. "Bu gavur kızları hiç korkusuz oluyolar, diyoz ki gitme kızım oraya domuz iniyo akşam inadına gidip yatıyolar ağaç dibinde tulumsuz, anlamıyom ben" İlk domuz tehditimizi burada alıyoruz aman dikkat diyoruz. Çaylarımızı içtikten sonra Hayri amca ve Fatma teyzenin elini öpüyor, veda ediyoruz..
   Artık ilk konaklama noktamız olan Faralya'ya yani bilinen adıyla Kelebekler Vadisi'ne çok az bir yolumuz kaldı. Kirme'den sonraki yolun aşağıya doğru eğimli olması yürüyüşü daha da bir keyifli hale getiriyor.. Tabii ilk hedefe ulaşmış olacak olmanın getirdiği bir rahatlık da var..Yolda kaplumbağalarla karşılaşıyoruz. Sırtımızda taşıdığımız çadırımızla, uyku tulumlarımızla ve bütün eşyalarımızla kendileriyle ortak bir noktada buluşuyoruz. Şu anda Evrim Teorisini pek takmıyor, insanın kaplumbağadan geldiğini düşünüyoruz..İkimizin de evleri sırtımızda, fotoğraflayıp devam ediyoruz..

   Ve nihayet Faralya'dayız...Önümüze çıkan ilk medeniyet timsali binaya giriyoruz. Faralya'ya varmış olmanın verdiği mutlulukla biralarımızı söyleyip mini bir yol değerlendirmesi yapıyoruz. Girdiğimiz bu mini-pansiyon tipi yerde diğer Türk grupla karşılaşıyoruz. Aralarında gördüğümüz kız ilgi çekiyor..Birbirimize çaktırmasak da hepimizin gözleri kızın üzerinde..Peki sebebi ne derseniz..Ne güzelliği, ne sempatisi, ne konuşkanlığı falan hiçbir şey..İlgimizi çeken nokta kızın böyle bir macerayı göze alıp arkadaşlarıyla beraber yola çıkması..Yoksa kendisi maalesef pek güzel, samimi ve girişken değil :) Daha sonra pansiyonun çalışanlarından Orhan Abi bize geceyi burada geçirmemizi öneriyor. Açık hava terası gibi yarı kapalı bir odaya çıkıyoruz. Kişi başı 10tl'ye konaklama sorunumuzu çözüyoruz. Yine Orhan abinin telkinleriyle Kelebekler Vadisi'nde güneşin batışını izlememiz gerektiğini anlıyoruz ve Kabak Koyu için sakladığımız şarabımızı çantadan çıkarıp vadiye doğru yola koyuluyoruz. Bundan sonrası ise sadece keyif..İyi ki speaker almışız yanımıza diyorum..Müziğimizi açıp, şarabımızı yudumluyor ve muhteşem manzarayı seyredalıyoruz..Fakat işi raconuna uydurmak lazım..Burada güneşin batışını seyrederken içtiğiniz şarap şişeden olmalı. Öyle yanınızda bardak mardak getirip keyfinizi bozmayın..Doğal takılın..Hayatımdaki en keyifli anlardan biri...
Şarkılar söyleyip, şarabımızı bitirdikten sonra günü de batırmış oluyoruz ve pansiyonumuza geri dönüyoruz.. Yemek vakti..Yola çıkmadan okuduğum blogların hepsinde bir fotoğraf görüp heveslenmiştim. Faralya'da yenen menemen..Hemen menemen-ayran siparişlerimizi veriyoruz.. Böylelikle gün içinde içmediğim içecek kalmıyor..Portakal suyu, su, bira, şarap, ayran..Yemeği bitirdikten sonra yine başlıyoruz sohbete, Orhan abi de katılıyor bize..Hayat hikayesini dinliyoruz kendisinden..Malum seyyahlar herkesin hikayesini dinlermiş, bir başka yerde anlatmak için. Onlar da bizim hikayelerimizi anlatacaklardır bizden sonraki yürüyüşçülere.. Sohbet iyice derinleşmişken bir kuşun trafoya konmasıyla, trafoda ufak bir patlama oluyor ve bütün elektrikler gidiyor. Biz de yatmaya gidiyoruz haliyle..Kelebekler Vadisi'nde kelebeklerden biraz korksak da (bayağı büyükler valla :D) uykuya dalıyoruz..Yarınki hedefimiz Kabak Koyu..