13 Ekim 2011 Perşembe

Twitter Üzerine

    2006 yılında Jack Dorsey tarafından geliştirilen twitter bugün 190 milyona yakın kullanıcısı ve 10 milyar dolarlık piyasa değeriyle dünyanın en önemli şirketlerinden biri. Şirket 2010 yılında net zarar ettiğini açıklamasına rağmen Jack Dorsey Google'dan gelen 2.5 milyar dolarlık teklifi reddetti ve bunu hakaret olarak kabul ettiğini açıkladı. İstenilen oranda karlılığı sağlayamasa da günümüzde twitter dünyanın nabzını ölçebilmek için gerekli en önemli alet ve gelecek onun..Halihazırda dünyanın en fazla ziyaret edilen ilk 10 sitesinden biri, her gün 200 milyon göderi işlemi gerçekleşiyor..Jack Dorsey'in Google'ın teklifine hayır demesinin en büyük sebeplerinden biri de bu. Kendim için twitter'ın öneminden bahsetmeyeceğim, benim değinmek istediğim konu bugünlerde Amerika'da twitter üzerine yapılan bir araştırma.

   Indiana Üniversitesi'nden Johan Bollen ve Manchester Üniversitesi'nden Huina Mao ve Xiao-Jun twitter kullanıcılarının ruh halinin sosyolojik trendleri ölçmekte kullanılabileceği hipotezini ortaya attılar. Bu 3 bilim adamı, kullanıcıların olumlu ya da olumsuz ruh halini belirlemek için tasarlanmış bir duygu analiz sistemiyle beraber altı duygusal durumu; sakin, emin, alarmda, canlı, kibar ve mutlu hallerini geri bildirecek bir algoritmayı kullanarak Twitter mesajlarının günlük içeriğinin analizini yapmaya giriştiler.

    Yapılan çalışmaların sonucunda elde edilen verilerle Dow Jones Sınai Ortalama Endeksi'nin izlediği çizgiler arasında bir paralellik tespit edildi. Bu verilere göre Dow'daki açılış ve kapanış değerleri %87.6'lık bir doğruluk oranıyla öngörülebiliyordu. Dünyaca ünlü bir Hedge Fonu olan Derwent, Şubat ayında uygulanan bir demo programla %7.2 getiri elde etti. Tabii ki bu verilerin doğruluğu ve geleceğe dair kesinliği tartışılmaya oldukça müsait. Halen sistemde doldurulamamış noktalar var.

   Bu sistemden hareketle Almanya'da bir doktora öğrencisi olan Timm Sprenger Alman Federal seçimleriyle ilgili bir öngörüde bulundu. 250 bin tweeti analiz eden Sprenger sonuçları %2 hata marjıyla doğru çıkardı. (Kendisi Türkiye'deki seçimlerden önce bi twitter analizi yapmış olsaydı muhtemelen hazırladığı doktora çalışmasını yırtıp atmak zorunda kalabilirdi, o nasıl bir CHP rüzgarıydı öyle 11 Haziran akşamı :D) Aynı Sprenger bu tip durumlarda olulşabilecek piyasa manipülasyonu gibi riskler için de uyarılarda bulunuyor tabii ki. Twitter'da gönderilecek tek bir gönderi piyasaları anında harekete geçirebilir.(Kelebek Etkisi)

   Bollen, twitter ile piyasalar arasında böyle bir bağlantının neden olduğuna dair henüz bir fikir üretemediklerini söylüyor ama bu üretemeyecekleri anlamına gelmiyor. Gelişmeleri takip etmek lazım.

-Güncel ekonomiyi, siyaseti veya hayatı takip etmek isteyen bir için twitter en ideal platform. Yaşanan olaylara farklı perspektiflerden gelen ani tepkileri burada rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Ufuk açıcı bir etkisi de var bu açıdan.(Tabi sadece @Starbucks tweeti atan kızları takip etmiyorsanız) Aynı konu üzerine bir milliyetçi, bir sosyalist, bir muhafazakar insandan gelen yorumları okumak sizin de beyin jimnastiğinizi arttırır. Bu yüzden bu tip konulara ilgi gösteren arkadaşlarımın -ve halihazırda twitter hesabı olmayanların- acilen bir hesap sahibi olmalarını tavsiye ediyorum.

            Twitter'ın kurucusu Jack Dorsey tarafından sisteme girilmiş ilk "tweet" -2006

9 Ekim 2011 Pazar

13 Dakikada Neo-Liberalizm

Güncel Ekonomi-2

    Geride bıraktığımız aylarda Dünya ve Türk ekonomisi oldukça hareketli günler geçirdi. 2006'nın ikinci yarısında Amerika'da başlayan Mortgage krizinin ardından dünya ikinci defa gelebilecek global bir krizin hesaplarını yapmaya başladı. Amerika'daki bütçe açığı, Avrupa'da yaşanılan borç krizi, Yunanistan'ın içinde bulunduğu durumdan ötürü euro bölgesinde ortaya çıkabilecek sorunlar şu anda dünya gündemini meşgul etmekte. Türkiye'de ise durum nispeten daha sakin. Türk ekonomisindeki en büyük sorun cari açık ve döviz kurlarının yüksekliği olarak görülüyor. Tabi döviz kurlarının yüksekliği bazı ekonomistler için bir sorun değil aksine ülke ekonomisi için gayet de faydalı olabilecek bir şey fakat ben aksini düşünüyorum. Türkiye gibi ihracatı ithalatıyla paralel olan yani mal ihraç edebilmek için aynı zamanda da mal ithal etmek zorunda olan bir ülkede döviz kurlarının cari açığı kapatıcı etkisi kısmen yetersiz kalacaktır. Aynı şekilde Türkiye'nin ihracatının %44'ünü AB ülkelerine yaptığı düşünülürse ve Avrupa'daki bu krizin ihracat rakamlarını biraz daha düşürebileceğini varsayarsak, hükümet tarafından alınmış kısa vadeli önlemlerle cari açık yavaşlar gibi gözükse de uzun vadede kesin bir çözüme ulaşacak gibi gözükmemektedir. Hükümet bu nedenle yapısal bir reform paketi hazırlamak zorundadır. Böyle bir paketin de yolda olduğu kulislerde konuşulmakta zaten şu anda.

   Dünyanın bu kadar iç içe geçmiş olduğu bir ortamda Yunanistan'da yaşanması muhtemel bir temerrüt krizinin   Avrupa'nın en güçlü 2 ülkesi Almanya ve Fransa'yı dolayısıyla öncelikli olarak AB ülkelerini ve daha sonra da tüm dünyayı etkisi altına alması kaçınılmaz olacaktır. Almanya ve Fransa'nın büyük bankalarının ellerinde bulundurduğu Yunan kağıtları bu ülkelerde finansal krizlere sebep olup belki de Euro bölgesinin dolayısıyla Avrupa Birliği'nin dağılmasına bile sebep olabilir. Bu nedenle Merkel geçtiğimiz günlerde senatodan Yunanistan için bir yardım fonu oluşturulması teklifini geçirdi. Bu kararın alınması aşamasında Alman halkından tepkiler gelse de siyaseten muhalif bir ses çıkmadı. Çünkü onlar da Yunanistan'ın batması durumunda olabilecek şeylerden haberdarlar.

    Türkiye'ye baktığımızda ise geçtiğimiz hafta içerisinde Merkez Bankası'nın döviz kurlarına müdahale amacıyla iki gün üstüste 1 milyar 350 milyon dolarlık döviz satım ihalesine çıktığını görüyoruz. Bu müdahaleler ve alınan bazı zorunlu karşılık kararlarından sonra piyasadaki döviz likiditesinin artmasıyla dolar 1.90 seviyelerinden tekrar 1.84 seviyelerine geriledi. Fakat burada tartışılması gereken konu Merkez Bankası'nın piyasada bu kadar etkin olması iyi bir şey midir, kötü bir şey midir? Erdem Başçı'dan önceki Merkez Bankası başkanı Durmuş Yılmaz bu noktada bir tehlikeye dikkat çekti. Yılmaz'a göre her ekonomide bu tip dönemlerde Merkez Bankası bir teste tabi tutulur. Bazı büyük oyuncular tarafından yüksek döviz kurları test edilir ve Merkez Bankası'nın tepkisi ölçülür. Burada merkez bankası oyuna fazla müdahil olmamalıdır. Aksi takdirde Erdem Başçı sık sık döviz kurları için sözlü olarak bir hedef tespit etmeye kalkarsa elindeki döviz rezervlerini hızla eritmek zorunda kalabilir. Ayrıca kişisel düşünceme göre bu kadar sözlü ve aksiyonel olarak müdahil olunan bir piyasada dolar kurunun 1.84 gibi bir seviyede olması ve bütün çabalara rağmen doğal seviyesine gerileyememesi; insanları dolardaki artışın uzun vadeli olduğuna inandırıp, tekrardan dolara yönelmelerini sağlayabilir. Sonuçta insanlar birçok ekonomik kararı gelecekteki rasyonel beklentilerine göre almaktadırlar ve bu beklentiler direkt olarak dolar kurunu da etkilemektedir.

   Her gün televizyonlarda uzmanlar çıkıp dolar böyle böyle olacak, altın böyle böyle olacak, euro böyle böyle olacak deseler de inanmamak lazım. Cnbc-e'de, Bloomberg'de çıkıp bilmiş bilmiş kurlar hakkında konuşan analistlerin bugün nasıl çark ettiklerini hepimiz görüyoruz. Zaten bu analistler tam bir "mükemmel piyasa bilgisi"ne sahip olsalardı kendileri televizyonlarda değil, Miami sahillerinde güneşleniyor olurlardı. Şöyle bir örnek vereyim: Bir bankanın yatırım analisti dolar kuru düşecek dediğinde bunu şöyle algılamak lazım; "benim bankamın açık pozisyonu çok fazla yani döviz borcumuz var dolar kurlarının düşmesi lazım." Bir başka bankanın analisti ise kurların yükseleceğini söylediğinde; "benim bankamın portföyünde döviz çok fazla kurların yükselmesi lazım" olarak algılanmalı. Veya ihracat yapan bir şirketin CEO'sunun da dolar euro kurları hakkında yapacağı analizlere pek de inanmamak gerekiyor.

   Dünya her geçen gün yeni bir krize sürükleniyor gibi. Gelecek olan bu krizin ardından ise dünya muhtemelen eskisi gibi olmayacak. Dünya'da inanılmaz bir tahribat yaratmış olan kapitalizm kendini yenileyip tekrardan geri dönebilecek mi ya da ne Komünizme ne de Kapitalizme yakın olmayan üçüncü bir yol üretilebilecek mi? İşte herkesin tartışması gereken konu bu.

*Yukarıdaki yazı yarım-yamalak ekonomi bilgisi olan bir çocuk tarafından yazılmıştır. Yapılan çıkarımlarda hatalar ve yanlışlıklar olabilir. Buraya böyle yazılar koymamdaki amaç ise zaten kendimdeki gelişmeyi görmek istememdir. Bundan 1 yıl sonra muhtemelen çok daha farklı tarzda bir yazı yazabilecek duruma gelecek olup, dönüp geriye baktığımda gerekli eleştirileri yapacağım.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Likya Yolu (Olympos-Yanartaş)

   Bu yazıyı yazmak için neden bu kadar ara verdim onu bilmiyorum ama en azından bu etabı da not düşmem gerekir bloga. Yaptığımız bu gezinin üzerinden zaman geçtikçe hissettiğim şeyleri biraz daha unutuyorum gitgide sıradanlaşıyor yazılar fakat yapacak bir şey yok :) Bu yolunda böyle bir özelliği var. Yol boyunca ömrünüzün başka hiçbir diliminde hissedemeyeceğiniz şeyleri hissediyorsunuz. Mesela yaptığınız bir konuşma normal zamanlarda kendinize çok saçma gelebilirken bu yoldayken o kadar normal ve o kadar güzel ki. Aynı bir insanın geceyarısında odasında yalnızken büründüğü ruh haline benziyor biraz da. Daha büyüleyicisi olduğu kesin ama bu özelliğiyle aşağı yukarı aynı. Neyse en iyisi hikayeye başlayayım ben. Kınık'tan Antalya'ya döndüğümüzden beri odamızdan dışarı çıkmadık. Uyku-yemek-internet üçlüsüyle 2 günü geçirdikten sonra "e artık bir yere kadar" diyip yola çıkmamız gerektiğini anladık. Bu süreçte Hasan'ın bize veda etmesi gerekti, Emir ile düştük yola. Bir minibüse atlayıp Olympos kavşağında indik. Bu kavşakta gördüğümüz insanlara aşağıya yolun kaç kilometre olduğunu sorduk. Cevap 7 kilometre yürüyemezsiniz geçler şeklindeydi. Adam bugüne kadar 80 kilometre yürüdüğümüzü duysa nederdi acaba diye düşündük, gülüp geçtik :) ve tekrardan bir minibüse atlayarak antik kentin girişine geldik. Olympos istisnasız her sene ailecek uğrak mekanımız olmasından dolayı burada hiç yabancılık çekmiyordum. Yol bulma, iz bulma derdi de yoktu. En az Acıbadem kadar biliyordum Olympos'u.
Resimde de görüldüğü gibi Olympos antik kentinin girişinden itibaren Çıralı'ya 3 kilometre yolumuz vardı. Planımız önce bi antik kenti gezip, dünyanın en muhteşem sahillerinden birinde denize girip ( en muhteşem sahil lafını kafamdan uydurmuyorum çünkü geçtiğimiz yıllarda Olympos dünyanın en güzel sahili seçildi) ardından Çıralı'ya ulaşmak akşam da Yanartaş'a çıkmaktı. Düştük yola..Sağımızda bir dere, solumuzda antik kalıntılar denize doğru yürüdük. Bu yol boyunca en güzel anılar da hep denize doğru yürürken oldu zaten. Ortaçgil'i mırıldandık "çözdüm her şey çok basit! Denize doğru.." Antik kentte birkaç fotoğraf çektikten sonra çalıların arasında üstümüzü değiştirdik, hazırdık yani anlayacağınız :)



Olympos yine devlet tarafından koruma altına alınmış, tesisleşmeye hiçbir şekilde izin verilmeyen bir plaj. Burada diğer sahillerin aksine herhangi ahşap bir yapı, bir büfe veya bir şezlong bulmanız da mümkün değil. Hatta bu sebepten dolayı seyyar büfecilik almış başını gitmiş sahilde. Güzel kazandıran sektörlerden, meraklılarına duyurulur.  Bu sahil insan profili olarak da oldukça hoşuma giden bir yer. Ağırlıklı olarak üniversite öğrencilerinin ve doğadan zevk almasını bilen insanların geldiği bir yer. Yani burada Bodrum'un Çeşme'nin şımarık mojitocu çocuklarına rastlamazsınız. İnsanlar sakindir, nerede nasıl davranılması gerektiğini bilir. Burada harcadığımız 3-4 saatin ardından hava kararmadan Çıralı'ya doğru yola çıkmaya karar veriyoruz. Bir ucunda bulunduğumuz sahilin öteki ucu Çıralı. Deniz kenarından oldukça keyifli bir yürüyüşe başlıyoruz..
Çıralı'ya vardıktan sonra güzel bir fiyata anlaştığımız mekana giriş yapıp, bungalovumuza yerleşiyoruz. Akşam yemeğinin ardından ise istikamet Yanartaş..Gece yolculuğunun aslında ne kadar gergin bir şey olduğunu burada farkediyoruz. Bize anlatılanlara göre gece oraya bir sürü insan çıkıyor. Fakat yolda kimseyi göremiyoruz. Başlıyoruz şarkı söylemeye, bu yol geçmez çünkü başka türlü. Elimizde fenerlerimiz ilerliyoruz .(Fenersiz gelmeyin). 1-1.5 saatlik bir yürüyüşün ardından Yanartaş'ın giriş tabelası bizi karşılıyor. Bahsedilen kalabalıkla da tam olarak burada karşılaşıyoruz.
Burada girişte Yanartaş hakkındaki bilgilerimizi tazeledik. Size de anlatayım kısaca buranın hikayesinin ne olduğunu. Likya kralı ona karşı gelen ve acınacak haldeki bir genci öldürmek istemez ve onu Olympos dağında yaşayan ağzından ateşler saçan bir canavar olan Chimera ile dövüşmeye gönderir. Bu genç Pegassos adlı kanatlı atına binerek Chimera'yı yerin 7 kat dibine gömer fakat Chimera yerin altından alevler saçmaya devam eder. Homeros'un bize bu şekilde anlattığı efsaneye göre bugün hala yanan alevler, Chimera'nın yerin yedi kat dibinden fışkıran alevleridir. Bu gencin zaferini kutlamak için Olympos'da bir yarış düzenlenir. Atletler bu ateşle meşalelerini tutuşturarak Olympos kentine doğru koşarlar. Böylece daha sonraları değişik spor dallarının eklendiği ve birkaç gün süren Olimpiyat Oyunları'nın Anadolu'daki ilk örneği gerçekleşmiş olur. Günümüzde yakılan olimpiyat meşalesi Chimera'nın sönmeyen ateşinin sembolik bir ifadesidir. Kaç kişi biliyor acaba merak ettim :) Buradan yaklaşık 45 dakikalık bir tırmanışla Yanartaş'a vardık.

Buraya çıkarken insanlar genelde şaraplarını ve sucuklarını yanlarına alıyorlar. Binlerce yıldır aralıksız yanan bir ateşte sucuk kızartmak değişik bir deneyim olsa gerek, biz tadamıyoruz maalesef. Onun yerine Emir gidip sigarasını yakıyor. Zaten tepede ne kadar Türk varsa çakmak gibi kullanıyor yanartaşı. Akıl sır erdiremiyoruz hiçbir şekilde bu sönmeden yanan doğa harikasına. İçinde bulunduğumuz egzotik ortamda 1 saat kadar takılıp iniş yolculuğuna başlıyoruz..Geldiğimiz yolu takip ederek 2 saat içerisinde odamızdayız. Yarın sabah erkenden Antalya'ya dönüş var güzel bir uyku çekiyoruz. Antalya 'da geçirdiğimiz günler ise klasik oluyor pek tat alamıyoruz. Sanırız bu yolculukla bütün tatil anlayışlarımız değişti.. ama şurada sevgili anneanneme teşekkür etmeden geçemeyeceğim, krallar gibi ağırlandık vallahi, seviyoruz seni..Dikkat dikkat aşağıda gördüğünüz kadın annem değil anneannemdir :) Ve İstanbul'a dönüş vakti..

   Likya Yolu maceralarımızı "Fethiye'den Antalya'ya Likya Yolu" kitabının arkasındaki yazıyla bitiriyorum. Çünkü şahsen benim fazla söyleyecek bir şeyim yok. Daha çok hisler konuşuyor bu tip durumlarda. Bazı şeyler de bende kalınca o kadar güzel ki...

Yürümek Üzerine 

Eğer Likya Yolu'nu yürümüşseniz, haftalardır benimsediğiniz bir yaşam biçiminin de sonuna gelmişsiniz demektir. Her sabah kalktığınızda, önünüzde yürünecek kilometrelerce yol; bu yorgunluğu terk edebileceğiniz küçük Akdeniz koyları; bacaklarınızı sizden nefret ettiren tırmanışlar; yaylaların insanı canlandıran havası ve tepenizde sarı sıcak güneş vardı. Mavi gökyüzü ile mavi Akdeniz arasında gidip geldiniz. Keşfedilmemiş yitik zamanın içine girdiniz. Zaman seyyahı oldunuz. Efsanelerin uğrak yerleri, doğum yerlerinize dönüştü. İnsanlar tanıdınız, sofralarına yüreklerini koyan. Bütün seyyahlar gibi öykünüzü anlatıp öykülerini dinlediniz. Doğayı tanıdınız, zeytinin neden kutsal olduğunu anladınız. Denizlerin neden tuzlu olduğunu, gölgelerin arasındaki farkı kavradınız. Sedir gölgesine bir başka isim verdiniz, köknarınkine başka. Yalnız palmiyenin yalnızlığını paylaştınız. Şahinlerin baktığı uçurumlardan baktınız. Dev kaplumbağaların yumurtaları ile yarına mesajlar gönderdiniz. Hayatınızda ilk defa tırtıl sevdiniz. Geveze kırlangıçlarla kötü şarkılar söyleyip, ağustos böceklerinin sesini bastırmaya çalıştınız. Karadutları, keçi boynuzlarını, bademleri tattınız. Yolculuk yaptınız, yani yaşadınız. Zaman içerisindeki yolculuğumuzda geçmişin şifreleri, efsaneleri sizlere kelimelerle ancak bu kadar ulaşabiliyor. Dağların kekik toplayıcılarını, Tahtalı Dağı'nın zirvesini, Xanthos'un gizemini hissedebilmek ya da Akdeniz'in maviliklerinde serinlemek için bu eşsiz serüveni yaşamanız gerekiyor.




Nerede olduğunuzu önemsemezseniz kaybolmuş sayılmazsınız..! Seneye kaldığımız yerden devam..