25 Eylül 2011 Pazar

Likya Yolu (Kabak Koyu-Boğaziçi)

   Sabahın ilk ışıklarını görmeden uyanıp, çadırımızı toplamamız lazım. Bugün hedefimiz Boğaziçi köyü. Oldukça uzun bir etap. Normalde kitapta 2 günde yürünmesi gereken parkurlardan biri olarak gösterilen bu parkuru 1 günde yürümeye karar veriyoruz. Ekstra bir performans göstermemiz gerekiyor anlayacağınız. Kitap da bu zorlu yolculuğun işaretlerini bize şu cümleler ile veriyor zaten: " Mutlaka karnınızı iyice doyurun. Çünkü başınızın üzerindeki bulutlarla aynı boydaki bir dağa, Alınca'ya tırmanacaksınız. Yani yediğinizin he zerresine ihtiyacınız olacak" Alınca 850 metre yüksekliğinde bir dağ. Biz ise deniz seviyesindeyiz. Yolumuz zor, vaktimiz az deyip konservelerimizi çıkarıyor, ton balık-küflü ekmek kombinasyonuyla kahvaltımızı yapıyoruz. Yolculuk vakti..Yol üzerindeki performansımıza bağlı olarak vadi içerisindeki şelaleye de ufak bir yürüyüş yapabiliriz belki diye düşünüyor sonra vazgeçiyoruz. Ne kadar haklı olduğumuzu ise dağa tırmanırken anlıyoruz. Çünkü şu anda Likya Yolu'nun en zor etaplarından birini hatta Tahtalı Dağı (2200m) etabından sonraki en zor etabını yürüyoruz.
Yol üzerindeki dere yatakları kurumuş. Eğer bu dereler akıyor olsaydı nasıl geçerdik diye düşünmeden de edemiyoruz. Çantalarımızı indirip daha sonra kendimizin karşıya geçmesi gerekiyor. Başlarda bu tip atlamalı, zıplamalı yürüyüş parkurları hoşumuza gitse de yürüdükçe zorlaşan bu yol bizi oldukça zorluyor.     O kadar yoruluyoruz ki ilk günlerde 50 dakikada bir verdiğimiz molalar bu parkurda 10 dakikada bir seviyesine kadar geriliyor. Tırmanışlı parkurlarda sohbet etmek de pek mümkün olmuyor çünkü direk nefes nefese kalıyorsunuz. Bir mola yerinde kitabımızı açıyoruz, tırmanışımızın sonunda göreceğimiz manzaraya bakıyoruz, tekrar devam ediyoruz..Yol üzerindeki en büyük motivasyon kaynağımız bu.. Derken yoldaki işaretler yer yer silinmeye başlıyor. Oldukça da ürkütücü bir yerdeyiz. Ve nihayet beklenen oluyor yol işaretlerini kaybediyoruz. Birtakım mahlukat sesleri -ki biz onları "dalga" diye nitelendiriyoruz- de cabası. Neyseki o mahlukatlar dağ keçileri çıkıyor.
"Deliler" şarkısının başka bir versiyonuyla "keçilerden sen anlarsın konuş onlarla" deyip Emir'i keçilerin arasına yol bulmaya gönderiyoruz. Emir'in yarım saate yakın süren bu işaret arama çabası sonuçsuz kalıyor. Umutsuzca ne yapacağız şimdi diye düşünürken oturduğum yerden kafamı sağa çevirmemle işareti görüyorum. Yaptığımız saçmalıklara gülüyoruz. Gözümüzün önünde işaret varken gidip yarım saat dağlarda, tepelerde aramamıza..Tam bu sırada Alman bir yürüyüşçü çift ile yolumuz kesişiyor. Kendileri biraz çekingen, korkuyorlar sanki bizden :) Alman çifti daha fazla korkutmamak için bizi geçmelerine izin veriyoruz, mola bahanesiyle. Yollarına devam ediyorlar. Daha sonra kendileriyle güzel bir yol arkadaşlığımız oluştu orası ayrı konu.Ve dün serin sularına kendimizi bıraktığımız Kabak Koyu bu defa farklı bir açıdan karşımızda..
Kabak Koyu'na son bir kez daha bakıp, nefesimizi topluyoruz. Son bir gazla Alınca Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz. Tırmanışın 600 metresini bitirdik 200 metre daha yukarı çıkacağız. Velhasıl 2 kilometrelik yolu ancak 5 saatte çıkabiliyoruz. Alınca Köyü önümüzde..Yazının girişinde de bahsettiğim gibi normal şartlarda burası bir günlük parkurun sonu fakat biz uygun bir yerde öğle yemeği bulup yola devam etme niyetindeyiz. Alınca Köyü'nün girişindeki manzaralarda fotoğraf çekinmeyi ihmal etmiyoruz tabii ki. Emir keyifli keyifli uzanarak sigarasını tüttürüyor biz de Hasan ile nefes topluyoruz..
Alınca'nın köy çeşmesinde sularımızı doldururken, köylü bir çocukla sohbet ediyoruz biraz..Galatasaray formasıyla gezmesi de sempati uyandırıyor tabii ki 3 Galatasaray taraftarında. Kendisi burada yemek yiyecek bir yer bulamayacağımızı ama köylülerden istersek yardımcı olabileceklerini söylüyor. Biz de iyi o zaman diyip köyün içine doğru uzanıyoruz ve gördüğümüz ilk eve giriş yapıyoruz. "Pardon teyze burada yemek yiyebileceğimiz bir yer var mı acaba?" diye sorduğumuz soru aslında "Abla çok açız bize yemek versene" şeklinde algılanmış olacak ki eve davet ediliyoruz.( Pek de yanlış algılanmamış) Sağolsunlar soframızı hazırlıyorlar. Biz de yemeğe oturuyoruz. Burada adını tam olarak bilemediğim ama çok hoşuma giden bir yemek yiyorum. Emir'lerin köyde falan yapıyorlarmış bundan tarifini öğrenip anneme yaptıracağım :)
Yemeğimizi bitirdikten sonra çaylarımızı da içiyoruz. Sohbet ediyoruz teyzemiz ve kızıyla. Ben ufak çocuklarla oyun oynuyorum biraz. Kafamızda ise tek bir soru "Acaba bir karşılık bekliyorlar mıdır?" Kitaplardan ve bloglardan okuduğumuz kadarıyla cevap hayır. En sonunda para teklif etmemizin yakışıksız kaçacağını düşünüp çocuklara gofret ikram ederek en azından onları mutlu edelim deyip evden ayrılıyoruz.. Bu sırada Alman çiftle yeniden karşılaşıyoruz. Bana yol soruyorlar, onları önce çeşmeye götürüyor sonra da gidecekleri yol ayrımına bırakıyorum. Burada Likya Yolu ikiye ayrılıyor. Biri Gey Köyü'ne doğru güzel manzaralar eşliğinde devam ediyor.(Almanlar burayı tercih etmiş) Biz ise içerisinde bir market ve konaklama imkanı bulunan Boğaziçi Köyü'nü tercih ediyoruz. Azıklarımız tükenmek üzere çünkü. Alınca Köyü'nün çıkışında ise yine bizleri harika manzaralar karşılıyor.
Alınca Köyü'nden çıktıktan sonra haritamıza göz atıyor ve köyün yanından geçen asfalt yolun bizi Boğaziçi'ne kadar götüreceğini tahmin ediyoruz. Nihayetinde asfalt yola çıkmaya karar veriyoruz. Güneşin altında, asfalt bir yolda yürümenin zorluklarıyla ilk burada karşılaşıyoruz. Yürüyüş pantolonlarımız birden şortlara dönüşüveriyor :) Uzun ve zorlu bir yürüyüşün ardından Boğaziçi Köyü'nün girişindeki Avlan Mahallesi'ne varıyoruz. Buradan 1-2 km daha yolumuz var..Çok yorgunuz. Pencerelere çıkıp bizi evlerinde ücretli olarak kalmaya davet eden köylüleri zor da olsa reddediyoruz. Hedefimize ulaşmamız lazım çünkü. Bir yanımız da ne olacak 1-2 kilometreden girin içeri yatın diyor. Yola devam ediyoruz. Yolda gördüğümüz bütün köylülerle selamlaşıyoruz. Bir teyzenin inanılmaz hızlı konuşarak "içerigeliverin çay içerig, kola satarık" cümlesi tam anlamıyla kopmamıza sebep oluyor. Bu sözün makarasını 1 hafta boyunca devam ettiriyoruz :) Tam insanlık ölmüş derken. Yol kenarında yaşlı bir amcayla karşılıyoruz. Bizi evine davet ediyor hem de bir şey talep etmeden, şaşırıyoruz. Çünkü yola çıkmadan bizim öğrendiğimiz şey "Rakım azaldıkça insanlık da azalır" tarzında bir çıkarımdı. Biz ise bu çıkarımı "yaş azaldıkça insanlık da azalır" diye yeniden düzenliyoruz. Çünkü nerede eski toprak birini görsek içtenlikle, sıcak kanlılıkla bizle sohbet ediyor , evine buyur ediyor. Nerede böyle orta yaşlı köylüler varsa çıkar peşinde, bir şeyler satma amacında. Onları da anlamaya çalışıyoruz. Tarım bitmiş, hayvancılık bitmiş, hiçbir gelir kaynağı yok evlerine ekmek götürmeye çalışıyorlar diyor biraz da üzülüyoruz. Derken Boğaziçi Köyü'nün girişindeyiz..Eski bir lahit görüyoruz. Bizimkiler dua ediyor:)
Köy bakkalını aramaya koyuluyoruz. Bakkal dediysek öyle lüks beklemeyin. Oldukça mütevazi bir bakkal bu ama ihtiyaçlarımızı görebiliyoruz. Bu sırada köy evlerinden biriyle de anlaşıyoruz gecelik 15 liraya. Bize bir oda, akşam yemeği ve sabah kahvaltısını veriyorlar. Hatta odamızdaki küçük televizyonda LigTV bile var. Dünyanın en pis banyosunda duş almak zorunda kaldıktan sonra( evet dünyanın en pis yerlerinden biriydi güveler mi dersiniz, kokular mı dersiniz nasıl orada duş aldık hala anlayamıyoruz) bu da bir tecrübedir deyip odama çekiliyorum. Bizimkiler aşağıda köylülerle sohbet ederken ben odada Beşiktaş maçını izlemeye koyuluyorum. Akşam yemeğimizde ise fasulye ve patates kızartması var. Yer soframızda yemeğimizi yedikten sonra uyku vakti..Tam tepemde bir kertenkele dolaşıyor olmasına rağmen uykuya dalıveriyorum..Amann tek sorunumuz kertenkele olsun..3.ve 4.etabın sonu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder