23 Eylül 2011 Cuma

Likya Yolu (Hisarönü-Faralya)

   Yolculuğumuza başlamak üzere Fethiye'deyiz artık. Yola çıkmadan önce bineceğimiz otobüsün plakasının 34 END 55 olduğunu görmek bizi biraz gerse de sağ salim ulaştık. Düşünsenize hem "end" yazacak hem de "55" Sabri'nin forma numarası, tam vukuatlık bir plaka no. Fethiye Otogarı'nda indikten sonra halletmemiz gereken ufak tefek işleri yapmaya koyuluyoruz. Emir'in şehir merkezine inip bir mat bulması gerek, Hasan'la benim de akşam kalacağımız pansiyonu ayarlayıp Likya Yolu'nun nereden başladığını bulmak ve sabah yolu aramakla oluşabilecek vakit kaybını ortadan kaldırmamız...Minibüste karşılaştığımız bir adamın Likya Yolu'nun başlangıcındaki otelde garson olduğunu öğreniyoruz ve düşüyoruz peşine. Sağolsun bizi başlangıç noktasına kadar götürüyor. Bir nevi sırtımızda çantalarımızla birlikte yarınki yol için hazırlık yapıyoruz. Fakat işler pek umduğumuz gibi gitmiyor. Daha yolun başlangıcına gelmeden tırmandığımız bayır bizleri fena yoruyor hadi kendimi boşveriyorum da Hasan'ı nefes nefese görünce söylemeden edemiyorum. Bu yolu zorla yürümeyeceğimizi eğer yürümek istemezse sorun olmayacağını falan anlatıyorum. Tabii ki reddediyor. O da oldukça kararlı. Bu nefes nefese kalma olayları biraz canımızı sıksa da uygun bir pansiyon buluyor ve Ölüdeniz'e iniyoruz. Emir de burada katılıyor bize fakat mat bulamamış. Yarın ola hayrola deyip bu sorunu da kafamıza takmıyoruz. Ölüdeniz'de vakit geçirirken yarın yürüyeceğimiz patika yolların manzaralarına bakıp keyifleniyoruz. Şimdi alışveriş vakti.. Alışveriş dediğim öyle İstanbul'a hediyelik eşya falan değil tabii ki yolda lazım olabilecek konserve ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. 2 gün boyunca hiçbir yerleşim yeri bulamasak da bizi doyuracak kadar konservemiz yanımızda. Ton balık, barbunya, yaprak sarma vs. Şarabımızı da unutmuyoruz elbette :) Akşam Hisarönü'nde ufak bir turun ardından istikamet odamız..Gece hayatı son hız devam ederken yataklarımıza dönmek biraz koysa da yapacak bir şey yok yarın sabah 6'da uyanmamız gerek.. Tam "oh be şimdi güzel bir uyku çekeyim yarın yolculuk vakti" derken bir problemle karşılaşıyorum. "Rum" diyorum çünkü problemin kaynağı sevgili oda arkadaşlarım Emir ve Hasan. Gece boyu yok efendim sivrisinek varmış yok efendim uyuyamıyorlarmış tarzı tepkilerle sivrisinek avına girişiyorlar kendileri. Arada bir uykumdan kalkıp hakaret dolu kelimeler kullansam da iflah olmayıp, sinek avına devam ediyorlar. Duvarlara yastık fırlatmalar mı sandalye tepelerine çıkıp zıplayıp sinek öldürmeler mi dersiniz..Kendileri 100'den fazla sineğin eli kanlı katilleridir duyurulur. Sonuçta öyle ya da böyle sabah oluyor, sabah oluyor dediğim daha güneş doğmamış, uyanıyoruz...

   Güneş doğmadan uyanmamıza rağmen biraz dağınık insanlarız toparlanıp, sularımızı alıp yola çıkmamız saat 7'yi buluyor. 15-20 dakikalık bir yürüyüşle yolun başlangıcındayız. Zeytin, reçel ve ekmekten oluşan kahvaltımızı girişteki masada yaptıktan sonra "start" noktasının önündeyiz.. Yolun ilk 1 saati oldukça kolay. Ağaçlarla kaplı düz bir yoldan ilerliyorsunuz o anda ağaçların önemini pek anlayamasak da daha sonraki etaplarda farkına varıyoruz.. O serinlik muazzam bir şey..Derken Ölüdeniz bizleri selamlıyor...Sağımıza Ölüdeniz manzarasını alarak tırmanışa geçiyoruz..Ölüdeniz'in kartpostallarda yer alan fotoğrafları da bizlerin bulunduğu noktalardan çekilmiş..Tam nefes nefese kalmış yorulmuşken kafamızı sağa çevirip denize bakıyor, güç topluyor yola deva ediyoruz..
Denize veda edip, iç bölgelere doğru ilerlemeye başlıyoruz. Yaklaşık yarım saatte bir karşımıza çıkan sarnıçlarda mola veriyoruz. Yeterince suyumuz olduğundan sarnıçlardaki sulardan içmemeye karar verip sadece elimizi yüzümüzü yıkıyor, bandanalarımızı ıslatıyoruz. İlk hedefimiz Kozaağaç Köyü.. Elimizdeki kitapta anlatılanlara göre dünyanın en misafirperver insanları olan Kozaağaç köyünün sakinleriyle tanışmak için sabırsızlanıyor biraz daha gaza basıyoruz. Fakat yolda karşılaştığımız şeyler canımızı sıkıyor. Neden ve nasıl yapıldığına bir cevap bulamadığımız terkedilmiş inşaatlar doğanın tam ortasında bizleri karşılıyor..Biraz küfür edip yola devam ediyoruz.. Bu inşaatlar için gerekli izinleri kim vermiş anlamak mümkün değil..
Karşılaştığımız bu kötü manzaradan sonra 40 dakikalık bir yürüyüşle Kozaağaç Köyü'ndeyiz. Fakat burada o kitapta bahsedilen yardımsever insanlarla karşılaşamıyoruz. Köy adeta terkedilmiş gibi kimsecikler yok..Kozaağaç Köyü, yol üzerindeki ilk yerleşim birimi olduğundan dolayı burada yolu yürüyen diğer insanlarla tanışıyoruz. Köylüler hala ortada yok. Bir İngiliz ve Bir Türk yürüyüş grubuyla selamlaşıp yolu tek başına yürümeyi tercih eden Derrick ile sohbete koyuluyoruz. Kendisi çoğu kişinin cesaret edemediği şeyi yapmış tek başına 1 ay boyunca yolun tamamını yürümeye karar vermiş. Daha fazla konuşup speaking geliştirmeyi planlasak da yol bizi bekler.. Düşüyoruz tekrardan yola..

Yol üzerinde yine ufak bir çeşme önünde mola veriyoruz. Mola sırasında ise yapmamız gereken işler var.Etraftan topladığımız sopaları çakılarımızla yontup, baton haline getiriyoruz. Bu sopalar bize oldukça yararlı oluyor..İyi ki yapmışız diyoruz... Sıradaki hedef Kirme..Artık öğle saatlerine doğru yaklaştığımızdan dolayı öğle yemeğini burada yemeyi planlamıştık.. Programa uygun bir şekilde 12.30 civarı Kirme'ye ulaşıyoruz. Yol üzerindeki teyzenin bize gösterdiği yerde konservelerimizi çıkartıp öğle yemeğimizi yemeye başlıyoruz. Menüde yaprak sarma, dankek ve su var.
   Yemekten sonra 5 dakikalık bir yürüyüşle Kirme köyünün içine doğru uzanıyoruz. Köy dediysem bildiğiniz köylerle karıştırmayın buraları.. Bizim bildiğimiz köylerde 15-20 hane olur, bakkal olur, bir köy kahvesi olur.. Fakat yol üzerindeki hiçbir köyde -Kirme dahil- bahsettiğimiz yaşam belirtilerine rastlamadık. Kirme de 5-6 haneden oluşan bir köy..Köyde genç nüfus yok denecek kadar az. Tam "hadi yolumuza devam edelim az kaldı" derken köy evlerinden birine davet ediliyoruz. 84 yaşındaki Hayri amcamız bizi evine buyur ediyor ve başlıyor askerlik anılarını anlatmaya..Köy ve yol hakkında biraz bilgi alıyoruz. "Bu gavur kızları hiç korkusuz oluyolar, diyoz ki gitme kızım oraya domuz iniyo akşam inadına gidip yatıyolar ağaç dibinde tulumsuz, anlamıyom ben" İlk domuz tehditimizi burada alıyoruz aman dikkat diyoruz. Çaylarımızı içtikten sonra Hayri amca ve Fatma teyzenin elini öpüyor, veda ediyoruz..
   Artık ilk konaklama noktamız olan Faralya'ya yani bilinen adıyla Kelebekler Vadisi'ne çok az bir yolumuz kaldı. Kirme'den sonraki yolun aşağıya doğru eğimli olması yürüyüşü daha da bir keyifli hale getiriyor.. Tabii ilk hedefe ulaşmış olacak olmanın getirdiği bir rahatlık da var..Yolda kaplumbağalarla karşılaşıyoruz. Sırtımızda taşıdığımız çadırımızla, uyku tulumlarımızla ve bütün eşyalarımızla kendileriyle ortak bir noktada buluşuyoruz. Şu anda Evrim Teorisini pek takmıyor, insanın kaplumbağadan geldiğini düşünüyoruz..İkimizin de evleri sırtımızda, fotoğraflayıp devam ediyoruz..

   Ve nihayet Faralya'dayız...Önümüze çıkan ilk medeniyet timsali binaya giriyoruz. Faralya'ya varmış olmanın verdiği mutlulukla biralarımızı söyleyip mini bir yol değerlendirmesi yapıyoruz. Girdiğimiz bu mini-pansiyon tipi yerde diğer Türk grupla karşılaşıyoruz. Aralarında gördüğümüz kız ilgi çekiyor..Birbirimize çaktırmasak da hepimizin gözleri kızın üzerinde..Peki sebebi ne derseniz..Ne güzelliği, ne sempatisi, ne konuşkanlığı falan hiçbir şey..İlgimizi çeken nokta kızın böyle bir macerayı göze alıp arkadaşlarıyla beraber yola çıkması..Yoksa kendisi maalesef pek güzel, samimi ve girişken değil :) Daha sonra pansiyonun çalışanlarından Orhan Abi bize geceyi burada geçirmemizi öneriyor. Açık hava terası gibi yarı kapalı bir odaya çıkıyoruz. Kişi başı 10tl'ye konaklama sorunumuzu çözüyoruz. Yine Orhan abinin telkinleriyle Kelebekler Vadisi'nde güneşin batışını izlememiz gerektiğini anlıyoruz ve Kabak Koyu için sakladığımız şarabımızı çantadan çıkarıp vadiye doğru yola koyuluyoruz. Bundan sonrası ise sadece keyif..İyi ki speaker almışız yanımıza diyorum..Müziğimizi açıp, şarabımızı yudumluyor ve muhteşem manzarayı seyredalıyoruz..Fakat işi raconuna uydurmak lazım..Burada güneşin batışını seyrederken içtiğiniz şarap şişeden olmalı. Öyle yanınızda bardak mardak getirip keyfinizi bozmayın..Doğal takılın..Hayatımdaki en keyifli anlardan biri...
Şarkılar söyleyip, şarabımızı bitirdikten sonra günü de batırmış oluyoruz ve pansiyonumuza geri dönüyoruz.. Yemek vakti..Yola çıkmadan okuduğum blogların hepsinde bir fotoğraf görüp heveslenmiştim. Faralya'da yenen menemen..Hemen menemen-ayran siparişlerimizi veriyoruz.. Böylelikle gün içinde içmediğim içecek kalmıyor..Portakal suyu, su, bira, şarap, ayran..Yemeği bitirdikten sonra yine başlıyoruz sohbete, Orhan abi de katılıyor bize..Hayat hikayesini dinliyoruz kendisinden..Malum seyyahlar herkesin hikayesini dinlermiş, bir başka yerde anlatmak için. Onlar da bizim hikayelerimizi anlatacaklardır bizden sonraki yürüyüşçülere.. Sohbet iyice derinleşmişken bir kuşun trafoya konmasıyla, trafoda ufak bir patlama oluyor ve bütün elektrikler gidiyor. Biz de yatmaya gidiyoruz haliyle..Kelebekler Vadisi'nde kelebeklerden biraz korksak da (bayağı büyükler valla :D) uykuya dalıyoruz..Yarınki hedefimiz Kabak Koyu..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder